1990’ların başları. Soğuk Savaş’ın ardından taşların yerine oturma sancılarıyla geçen ilk yıllar... Demir Perde’nin düştüğü, Avrupa’da ayrışma ve birleşmelerin arka arkaya yaşandığı zamanlar. Sovyetler Birliği dağılmış, uzaya uydular fırlatılıyor, Coca Cola’nın girdiği yere özgürlüğün de geldiği zannediliyor.
Dünyada bunlar yaşanırken, Türkiye de kaos trenine atlamıştı elbette. Memleket ‘80 Darbesi’nin travmalarını aşmaya çalışırken, ülke siyaseti de deri değiştiriyordu. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde zirve yapan liberal politikalar, “açık toplum, serbest ekonomi” söylemleriyle destekleniyordu. “Kasetlerin konulduğu, neşenin bulunduğu” yıllardı… Fakat Semra Hanım’ın teybe taktığı kaset epey bir karışıktı maalesef. Zira 1993 başlar başlamaz o “modernleşme” makyajı da akmaya başlamıştı. Uğur Mumcu suikastıyla girdiğimiz 1993, Özal’ın vefatı, Sivas Katliamı ve terör haberleriyle devam ediyordu.
Bunlar yaşanırken sokakta da bir dönüşüm yaşanıyordu aslında. Özellikle de İstanbul’da yükselen eğlence ve kültür sanat yaşamının önemli bir etkisi var bunda tabii ki. Bugünden bakınca o zamanlar için iki farklı Türkiye’den bile bahsedilebilir. İşte bu ayrımın en açık şekilde okunabildiği yıldı 1993. Hatta daha da kestirmeden anlatalım... ‘93 yazı, o zamanlar İstanbul’daki bir genç için farklı bir gerçeklik gibiydi.
Organizasyon: Ahmet San
Murat Sercan Subaşı’nın yönetmenliğini yaptığı “‘93 Yazı” belgeselinde gazeteci Kanat Atkaya şöyle anlatıyor o yılların ortamını: “‘90’lara geldiğimizde canlı ve potansiyeli olan bir rock müzik ortamı vardı. Üretimler başlamıştı… Bir araya gelinebilecek mekansal bir avantaj oluşmuştu. Toplumun da ‘hepsi manyak değil herhalde bu rock’çı çocukların’ diye baktığı bir dönemdi.”
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir hadise değildi elbette. Hatta bu rock ‘n’ roll kültürü, batıda çoktan fırtınalar koparmaya başlamıştı bile. O yıllardan adını sayabileceğimiz birçok grup var. Biri de Los Angeles sokaklarının tozunu dumanına katan Guns N’ Roses tabii ki.