Her şey 1 Ekim’de başladı.
TBMM’nin açılışında.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli DEM Parti sıralarına yöneldi, gülümseyerek, elini ön sırada oturanlara uzattı.
Bahçeli o gün alayımızı şaşırttı.
O şaşkınlık içerisinde tam olarak ne olduğu tarif edilemeyen, adı bir türlü konulamayan bir durumun, halin içinde günlere gün ekliyoruz.
İki ay geçti.
Neler sığdı, neler fazla geldi?
Bahçeli el uzatmakla kalmadı.
15 Ekim’de İmralı’da hükümlü PKK lideri Abdullah Öcalan’ın terörün bittiğini, örgütün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etmesini istedi.
“Bu nereden çıktı?” diyenlere, Türkiye’nin sınırları dışında olup bitenler, dünyada ve bölgede ortaya çıkan yeni gelişmeler gösterildi. İçerideki zor ekonomik görünüm de eklendi ve tüm bunlardan mütevellit iç cepheyi sağlamlaştırmak gerektiği söylendi.
İç cephe kavramının sahibi olarak gözler kendiliğinden Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan’a döndü.
Ama o, yorum yapmadı.
Bahçeli bir hafta sonra, 22 Ekim’de PKK’nın silah bırakarak kendisini lağvetmesi halinde gerekirse Öcalan’a özgürlük vaadinde bulundu. Meclis’te kürsüye çıkmasından bile bahsetti.
Başlar tekrar Erdoğan’a döndü.
Erdoğan aynı gün sadece “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresinin kişisel hesaplara kurban edilmemesini ümit ediyoruz.” demekle yetindi.
Erdoğan’ın tavrı giderek ilginçleşti.
Bahçeli’nin çıkışına mesafeli olduğu sezildi.
Birbirlerinden haberleri vardı, yoktu; rol paylaşımı yapmışlardı, yapmamışlardı derken sorular birikti.
Yapılan tüm yoklamalar da ortada Kürt Sorunu’nun çözümüne dair bir plan olduğuna işaret etmedi.
Fakat bir bakıldı ki, 23 Ekim sabahında 43 aydır tecritte olan Öcalan, yeğeni DEM Şanlıurfa milletvekili Ömer Öcalan ile görüştü.
2 saat görüşmeden önümüze 3 cümle düştü:
“Sayın Öcalan görüşmede genel siyasi gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulunarak kamuoyuna şu mesajın iletilmesini istedi: Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci tartışma ve şiddet zemininden hukuki zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim.”