“Sana ne oldu?” söyleşilerinin en yeni etabında sorum şu oldu: Şair olunca sana ne oldu? Dört nefis söyleşinin bir araya geldiği bu seride bolca şiir konuştuk. Ve tabii bununla yetinmedik; duygular, şair alışkanlıkları, ilk şiir hatıraları, şiir okurluğu ve yayıncılığı gibi pek çok konunun etrafında dolandık. İşim kolay değildi. Sorularımın muhatabı şairlerdi çünkü. Şiir gibi hassas bir türün içinde durabilen, “şiir yapmak” gibi bir işe kalkışan, kendini ve dünyayı bolca ameliyat eden ve oradan nefis metinlerle çıkan özel insanlar. Bu söyleşilere başlarken sahiden böyle düşünüyordum. Bitirirken de fikrim değişmedi. Böylesi sofistike sohbetleri mumla aradığım bir zamanda okumak ve yazmak üzerine nitelikli buluşmalar gerçekleştirmek bana çok iyi geldi, Türkçeye ve onun emekçilerine bir kez daha hayran bıraktı. 

Odağımın şairliğin insana ne yaptığı olduğu söyleşilerin son konuğu Anita Sezgener oldu. Yüz yüze tanışmak için fırsat kolladığım, şimdilik elektronik ortamda tanış olduğum, dünya güzeli bir insan Anita. Editörlüğünü yaptığı fanzin Cin Ayşe’yi bilen bilir. Böyle bir fanzini uzun zamandır inatla ve insanı kendine hayran bırakan bir emekle çıkarıyor. Henüz tanışmayan varsa derhal koşup bu kıymetli hazineye ulaşsın dilerim. Şiirleriyse -bunu söylemek bana düşmez ama- ilk bakışta bile onun dille olan muhabbetinin ne kadar derin olduğunu, sözle ne kadar organik bir ilişki kurduğunu anlatıyor. Anita yaşamla edebiyatı birbirine ören bir kelime işçisi. 

Anita’ya önce neden şiir yazdığını sordum. Çünkü herkesin hayatına değmiyor ki bu şiir. Bazısı İnanç’ın dediği gibi sahiden sağır şiire. Ama beri yandan bazısı da daha çocuk yaştan gezinmeye meraklı o garip sularda. Önce okumaya başlıyor, sonra belki yazmayı deniyor… Bir insan neden şiir yazar? Şiir yazarken nasıl bir içsel makine çalışır? 

“Bir insan dille meselesi olduğu için ve ifadesine en yakın bükülümü şiirde bulduğu için bence şiir yazar. Şiir dilinin, sistemin, dünyanın katılığına bir esneme payı ve kuvveti getirdiğine inandığı için yazar. İçsel makine demeniz ne hoş oldu, çok müthiş bir tanım. Travma teorisi modelinde beden, bir parçasının tutulduğu yere doğru akıyormuş. O akışta şiir çözüyor o yeri. Bu bir organ olabiliyor, bir ilik, bir doku, bir saç teli.”

Peki şiirin kalbine ilk değdiği zamanı hatırlıyor mu Anita?

“Bir çirkin ajandam vardı, onu sürekli gezdirip ona notlar alıyordum, karalamalar şeklindeydi ilk, şiir yazdığıma inanmam zaman aldı, okudum, takip ettim, deneysel dergilerle karşılaştım, Uygar vasıtasıyla Ece Ayhan, Mustafa Irgat, Nilgün Marmara, İlhan Berk, Enis Batur, Beyaz Dergisi girdi okumalarıma. Ücra ve Heves gibi deneysel dergilerin şairleriyle karşılaşmam sonra da. Ben ilkin daha düz yazıcıydım, Sevim Burak, Leyla Erbil, Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener’den etkilenirdim çok. Farklı dillerin konuşulduğu bir ailede büyüdüm, konvansiyonel olan hep iterdi beni baştan beri, dili bozmayla problemim vardı, ifade ve biçim arayışım başladı ve hâlâ da devam ediyor.”

 “Kendimi ifade etmek için şiire başvuracağımı ilk zamandan bildim.”