Antakya’ya ilk gittiğim günü hatırlıyorum.
Köy garajından bir arabayla Köprübaşı’na doğru giderken Habib-i Neccar Dağı’nın karşımda nasıl yükseldiğini görüp heyecanlanmıştım. Sonra tarihi Antakya sokaklarında, avlulu evlerin birinde kahvaltı yapmıştık.
Masadaki tüm tabaklar, lezzetiyle Antakya’nın kültürel çeşitliliğini kanıtlamaya uğraşıyor gibiydi. Eski avlulu evin, avluya bakan balkonundan gördüğümüz portakal ve limon ağaçlarıyla, komşu evlerinin çatısı beni büyülemişti.
Geçtiğimiz senelerde bir Eylül akşamı…
O günlerde kilisenin pansiyonunda kalıyordum. Arkadaşlarımla avlulu evlerden birinin serinliğinde güzel bir akşam geçirdikten sonra, kaldığım yere doğru yürüdüm. Gecenin geç saatlerinde Kurtuluş Caddesi’nde tek başıma yürürken hiçbir endişe ya da korku hissetmedim.
Habib-i Neccar Camii, Sarımiye Camii, Katolik Kilisesi ve Yahudi Sinagogu’nun bir aradalığı, onları süsleyen kadim ağaçların görüntüsü, herkes gibi beni de etkilemişti.
Geçtiğimiz on sene boyunca Antakya’ya her gidişimde mutlaka Affan Kahvesi’ne uğradım. Neredeyse her geçişimde aynı Antakyalı amcayı orada görürdüm. Gri giysisi ve aynı renkteki fötr şapkasıyla hep aynı masada oturur ve süvari kahvesini içerdi. Kendisinin haberi olmadan, çok defa çektiğim Affan Kahvesi fotoğraflarına hep aynı açıdan dahil oldu.
Bu üç sahnenin bana hissettirdiği şey, dahil olma ya da içerilme hâli. Kabul görmek için orada doğmanın gerekmediği, insanda büyük bir saygı ve heyecan uyandıran müthiş bir kapsanma hissi.
Antakya’ya adım attığınız anda, artık yabancı değilsiniz, oralısınız. Oralısınız ve güvendesiniz. Hem kendiniz hem de oradakiler için, ne eksik, ne fazla.
Başka çok az yerde rastladığım bu özel hissin ancak kentlilik bilinci ve medeniyet düzeyiyle ilgili olabileceğini düşünüyorum.[1]
Depremden 1,5 yıl sonra Antakya’da durum ne?
6 Şubat depremlerinin üzerinden 547 gün geçti.
Bu dizinin bir önceki yazısında, depremden sonraki bir buçuk yıllık sürede yapılan ve yapılmayan her şeyi kısaca özetlemiştik.
Şimdi bugünün bir fotoğrafını çekip Antakya’nın geleceğine bakalım.
Geçen 1,5 yılda olanlara şahit olmak bir tür “öğrenmeye direnme” sürecini izlemek gibiydi ve aklımızda “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusuyla sabitlendi.