“Sana Ne Oldu?” serisinin yeni etabında veganlık konuşmaya ve “Vegan olunca sana ne oldu?” diye sormaya devam ediyorum. Veganlık popüler kültürde kendine öncelikli olarak bir beslenme biçimi gibi yer bulsa da, aslında bütün yaşamı kapsayan, içinde aktivizm de barındıran, etik ve politik bir düşünce sistemi. Bu konuda soracak çok sorum var, bu haftaki muhatabım Doç. Dr. Cansu Özge Özmen. 

Cansu, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim üyesi. Kendi tabiriyle “her konuyu hayvanlara bağlayabilen” bir hayvansever ve aktivist. Bu alanda epey okuma yapan ve yazan biri. Basit bir Google taramasıyla müthiş kalemine ulaşmanız mümkün. Yakın zamanda muzır.org’da yayınlanan “İğrenç Hayvanlar!” yazısını hatırlayanlar olacaktır. Cansu’nun canını sıkan tek şey hayvan sömürüsü değil, antinatalizm konusundaki yaklaşımı da epey kafa açıcı. Bu alana ait, David Benatar’ın iki nefis kitabının da çevirmeni kendisi, bittabi bu başka bir söyleşinin konusu.

Vegan olma kararı bu olasılığı hiç düşünmemiş biri için biraz “heveskar” bir karar gibi görülebiliyor. Ben vegan yaşamaya karar verdiğimde epey destek gördüm ama yakın çevremde bile “sen de hep arayış içindesin” tavrına maruz kaldım. Veganlık benim için bir arayış değildi, bir heves de olmadı, bir mecburiyetti. Benim tabağıma nasıl geldiğini bildiğim bir hayvanı yemem mümkün değildi artık. O nedenle ne zaman bu kararı almış biriyle tanışsam bu geçişi mutlaka soruyorum. Sen nasıl bir yerden geçtin? Bu kararı nasıl aldın? Bunlar merak ettiklerimin başında geliyor. Cansu on yıldır vegan. Acaba bu büyük dönüşüme nasıl karar vermiş?

“İdeal bir dünyada insanların tabağındakinin kaynağını sorgulayıp öğrendikten sonra hayvan tüketmeyi bırakması beklenirdi. Maalesef, ezici bir çoğunluk için bu geçerli değil. Benim için de değil. Lisede vejetaryenliğin anlamını ilk kez duyduktan sonra da, yirmili yaşlarımda ‘Earthlings’ belgeselini izledikten sonra da vegan olmadım. Aslında ideal bir dünyada hissedebilen herhangi bir canlıyı bilerek ve isteyerek incittiğimizi gördüğümüz anda eylemlerimize son vermemiz gerekirdi. Ama kendi türümüzden olanları, insanları bile, çeşitli çıkarlarımız için, kendi rasyonel sandığımız dünyamızda eylemlerimizi meşrulaştırarak incitmeye devam ediyoruz. Tam olarak meşrulaştıramadığımız zaman bile suçu sisteme, karşımızdakine, sözde insan doğasına atıyoruz. Suçlu hissetmek bizi o kadar rahatsız ediyor ki, ondan kaçınmak için geliştirdiğimiz birçok mekanizmamız var. Dolayısıyla ben de senelerce suçluluk hissetmemeyi başararak hayvan yemeye devam ettim. 

Maalesef tek bir olay ya da tanıklık sonucunda bir aydınlanma da yaşamadım. Zaman içinde daha fazla sayıda kedi ve köpekle karşılaştıkça, onları kaçınılmaz olarak bir türün birbirine benzer örnekleri olarak değil, bireyler olarak görmeye başladım. Her bir birey de henüz tanışmadığım diğer bireylerin kendine ait duygu dünyaları olduğunu anlamama sebep oldu. Kendini insan beyninin izin verdiği ölçüde “rasyonel” biri olarak tanımladıktan sonra, bir köpekle bir ineğin ona zarar verme seçimini yaparken ayrıştırılabileceğini ya da birinin diğerine öncelenebileceğini savunmak mümkün değil.