üDoğal afet, enteresan bir kavram.
TDK’da “İnsan eliyle önlenemeyen sel, fırtına, deprem, dolu gibi felaketlerin her biri; tabii afet, katastrof” diye ifade edilmiş. Afet de kendi başına “çeşitli doğa olaylarının sebep olduğu yıkım” diye tanımlanmış. Bu tanımlara itirazla başlamak gerek.
Çünkü “insan eliyle önlenemeyen” ifadesinde, iradeye rağmen yapılamayan bir şey olduğu kastı var. Oysa Türkiye’de yaşadığımız, önleme iradesinin yokluğu.
“Önleme” faaliyetinin kendi, esasen politik ve yönetsel kararlar zincirine karşılık geliyor. Karar zincirinin merkezinde ise hukuk devleti, liyakat ve kamu yönetiminin yapısal kapasitesi var.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve birlikte çalışan üst düzey bürokratların tutuklanması, kamuoyunda çoğunlukla siyaseten analiz edildi. Oysa bu, aynı zamanda da bir afet yönetimi krizi.
Kamunun kaynaklarının nasıl harcandığı, afet sırasında ne yaşayacağımızı — hatta nasıl öleceğimizi — belirliyor. Müdahale yalnızca bir idari kadroyu hedef almadı. Deprem riskiyle yaşayan 16 milyon insanın yaşam hakkını, kamu kaynaklarının adil kullanımını, planlamaya dayalı güvenli yaşam kurma çabalarını ve en önemlisi, kamunun can güvenliğini sağlama yükümlülüğünü sekteye uğrattı.
Merkezileşme ya da yerel yönetimlerin etkisizleştirilmesi
Türkiye’de afet yönetimi, özellikle 1999 depremi sonrasında teknik ve yönetsel anlamda kapsamlı bir revizyondan geçti. Ancak revizyonun sahadaki karşılığı, çoğunlukla merkezi idare yapısıydı. Yerel yönetimler, planlama, yapı denetimi, sosyal destek ve tahliye gibi kritik fonksiyonlarda yeterli yetkiyle donatılmadı. Bu da yıllar içinde afet hazırlıklarında ciddi bir koordinasyon krizine yol açtı.
Dahası, yerel yönetimlerin denetim, şeffaflık ve katılım temelinde kurmaya çalıştığı kent modelleri, merkezi hükümetin yetki ve bütçe kısıtlarıyla engellendi ya da işlevsizleştirildi.
Nasıl mı? Mevzuat yerel yönetimlerin katkısı olmadan, hukuk tekniğinden bağımsızca
düzenlenerek. Yerel yönetimlerin talepleri değişikliklerde yok sayılarak. Esas yetkili kurumu hep bakanlık kılarak.
Merkeziyetçi anlayış, yerelde sahayı yaşayan ve yerelin bilgisine vakıf yönetimlerin etki gücünü kısıtlıyor. Oysa İstanbul gibi bütünleşik afet riski yüksek bir mega kentte, nüfus yoğunluğu, yapı stokunun ortalama yaşı, altyapı sorunları ve sosyal kırılganlık gibi çok katmanlı risklerin yönetiminin yalnızca merkezi müdahalelerle sağlanması mümkün değil. Bu ölçekte bir kentin afetlere hazırlanabilmesi için mahalle ölçeğinden başlayarak çok aktörlü, çok ölçekli bir yönetim modeline ihtiyaç var.
Hukuk devleti olmadan planlama yapılamaz
Bütünleşik afet riskine hazırlık, planlama, kaynak tahsisi, karar alma ve denetim mekanizmaları, hukuki güvenlik olmadan çalışamazlar. Hukuk güvenliği yoksa, afet hazırlıkları başta olmak üzere her türlü kentsel stratejik ve mekansal plan mekanizması işlevsizleşir.
Afete hazırlıklılık özelinde hukuk devletinin ölçütleri neler olabilir? Öncelikle öngörülebilirlik ve hukuki güvence…
Hukuk devleti, yasaların önceden bilinebilir, açık ve öngörülebilir olmasını gerektiriyor. Afet hazırlıkları söz konusu olduğunda, öngörülebilirliği imar mevzuatına uygunlukta ısrar üzerinden okumak lazım. Başka bir deyişle, imar mevzuatı ve mevzuata uymamanın ağır sonuçları açık, net ve öngörülebilir olmalı. İmar mevzuatına aykırı yapılaşmanın cezalandırılacağı yönünde bir hukuki güvenceye sahip olmalıyız.
İmar mevzuatının öngörülebilirliğinde en büyük darbeler, Türkiye kentleşme tarihinin en temel problemlerinden olan imar afları. 1948-2018 arası çıkan sekiz afla kaçak yapılar yasal statüye kavuştu; bizlerin hem hukuki güvencesi hem de yaşam güvencesi çalındı.
2018 yılında çıkarılan İmar Barışı, yaklaşık 7,5 milyon kaçak yapıyı yasal statüye kavuşturdu. Sonuçlarını 6 Şubat depremlerinde en acı şekilde tecrübe ettik.
İmar Barışı, yalnızca teknik ve şehircilik açısından değil, hukuk devleti ilkesinin çöküşü bakımından da trajik bir dönüm noktası. Çünkü bu yapıların çoğu ruhsatsız, mühendislik hizmeti almamış, zemin etütleri yapılmamış, taşıyıcı sistemleri güvensiz ve deprem yönetmeliklerine aykırı yapılardı.
AFAD’ın 6 Şubat sonrası yayımladığı ön değerlendirme raporuna göre, yalnızca deprem bölgesinde bulunan 294 bin yapı, İmar Barışı kapsamına girmişti. Bu yapıların büyük kısmı ya tamamen yıkıldı ya da ağır hasar aldı. Yani yasayla yalnızca kaçak yapılaşma teşvik edilmedi, deprem riski de normalleştirildi.
Öyle ki devlet, İmar Barışı’na eklenen ve yakın zamanda Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen bir maddeyle, devlete ödeme yaparak kaçak yapısını İmar Barışı kapsamına sokan vatandaşların yapıdan kaynaklanan zararlarından idarenin sorumsuz olduğuna dair bir ifade de ekledi.
İdarenin kendini sorumluluktan kurtarmaya yönelik bu hamlesi, hukuk devleti ve vatandaş ilişkisi bakımından çürümenin boyutunu göstermesi açısından önemli.
Mevcut riske ilaveten, İstanbul’da İmar Barışı kapsamına girmiş 318 bin yapının akıbeti açısından sorumluluktan kaçmak arzusunda bir idare, bize ihtiyaç duyduğumuz öngörülebilirliği ve güvenceyi sağlayabilir mi?
Can çekişen pek bağımsız yargımız
Bir diğer hukuk devleti başlığı, idarenin denetlenebilirliği kamu yararı.
Bir hukuk devletinde, kamu idaresinin işlemleri yargı denetimine açıktır. Bu, idarenin iş ve işlemlerinde kamu yararının öncelikli olmasını ve kararların keyfilikten uzak, bilimsel verilere dayalı olmasını gerektirir.
Hatalı imar kararları, şehir planları, yanlış rezerv alan ilanları, usulsüz ruhsatlandırmalar, mega yapım ihaleleri yargı yoluyla denetlenebilir olmalı.
İstanbul özelinde verilebilecek en kritik örneklerden biri, Kanal İstanbul projesi. Proje maliyeti en az 65 milyar dolar olarak hesaplanıyordu. Bilim insanları bu dev bütçenin İstanbul’un deprem riskini azaltmak için kullanılması gerektiğini defalarca ifade etti. Merkezi yönetim, yerel yönetim, meslek odaları ve bilim insanlarının çağrılarını dikkate almadı.
Nitekim İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve çeşitli meslek odaları tarafından dava edilen 1/100.000, 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planlar, İstanbul 11. İdare Mahkemesi ve İstanbul 10. İdare Mahkemesi tarafından şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına aykırı bulundu; iptal edildi. Dava, tutuklamalar sonrası yeniden gündemde.
Türkiye'de bilhassa doğal kaynakların korunması, sermaye yanlısı mega projelere ilişkin bizler gibi sade vatandaşların, ormanların, dağların, kaynakların lehine karar alınması gitgide zorlaşıyor. Yine de can çekişen pek bağımsız yargımızın mesleğine bağlı yargıçları, kentin mahvına sebep olabilecek bu projeyi iptal edebildi. Yargı bağımsızlığı, işte bu nedenle denetimler bakımından hayati.
Hesap verebilirlik ve cezai sorumluluk
Sorumluluk bizim için hasretini çektiğimiz ama kavuşamadığımız bir kavram. Afet öncesi ve sonrası görevini ihmal eden yetkililerin sorumluluğunu sağlamak da ancak hukukla mümkün olabilir.
Ancak bir hukuk devletinde, yapı denetimsiz bırakıldığında, denetim evraklar üzerine atılan bir imzadan ibaret kılındığında, imar affı çıkarıldığında ya da kamu ihalesi usulsüz verildiğinde gerekli kişiler yargılanır. Ancak bir hukuk devleti, toplumun adalet ihtiyacını, sorumluları cezalandırmak suretiyle giderebilir. Diğer türlü yolsuzluk esas olur, sorumlular siyasi bağlantılar nedeniyle korunur, yargı süreçleri sonsuz bir döngüde hak talep edenleri yıldırır ve bizler ölmeye devam ederiz.
Son yıllarda yaşanan birçok olay, cezasızlık kültürünün sistemin merkezine yerleştiğini gösteriyor. Geçtiğimiz haftalarda, Bursa Uludağ Kervansaray Oteli’nde, ruhsat yükümlülüklerini yerine getirmeyen ve yıllardır hakkında kapatma kararı bulunan bir otelde çıkan yangında iki kişi hayatını kaybetti. Bolu Grand Kartal Otel yangınında ise, yangın sistemlerinin çalışmadığı ve ihmal zinciri belgelenmiş olmasına rağmen, hiçbir üst düzey sorumlu yargılanmadı.
6 Şubat depremlerinde binlerce yapı çöktü, on binlerce kişi hayatını kaybetti. Müteahhitlerin, yapı denetim firmalarının ve ruhsatsız yapılar için izin veren kamu görevlilerinin büyük kısmı ya korunmaya devam etti ya da sembolik cezalarla sistem dışı kaldı.

Bu tablo, “hukukun yalnızca belli kişilere işletildiği” algısını pekiştiriyor. Kimse ceza almıyor algısı ile işlenen suçların siyaseten neredeyse övülmesi toplumu çürütüyor. Kurallara uyan, yurttaşlık sözleşmesinin gereğini yapan kişilerde umutsuzluk yaratıyor. Bir kısım insanda da kurallara uyma iradesini zayıflatıyor.
Cezasızlık yalnız adaletin değil, kamu yönetiminin etik zemininin de altını oyuyor. Afetlerde kamu zararı büyüyor ve tekrar eden felaketler kaçınılmaz hale geliyor. Benzer hataların yeniden yapılmasını teşvik eden bir “norm” oluşuyor. Kaçak kat çıkmanın, zemin etütsüz bina inşa etmenin, usulsüz imar kararlarının bedeli olmadığında, davranışlar tekrar ediyor. Yani geleceğin güvensizliği de bugünden inşa ediliyor.
Oysa İstanbul için geleceğe dair güvensiz kalabilme lüksümüz yok. Yapı stokunu yenilemek, müdahale ve tahliye için gerekli kentsel planlamayı yapmak zorundayız. Bunun, hukukun gözetiminde ve adil yapılması gerekiyor. Afet sonrasında toplanma alanlarını imara açan, ayakta duramaz halde yapılara imar afları ile hukukilik kazandıran, denetim yükümlülüğünü yerine getirmeyen sorumluların cezalandırılacağını bilmemiz gerekiyor.
Tüm bunlar, cezasızlık iklimini yenmekle mümkün.
Afeti önceliklendiren, bilimsel veri, risk haritaları ve mahalle ölçeğinde çalışmalar yürüten kadroların yargı baskısıyla etkisizleştirilmesi ise yalnızca bireyleri değil, kurumsal mücadeleyi zayıflatıyor.
Strateji yoksunluğu ve sistemsizlik: Bizim büyük çaresizliğimiz
Deprem gibi karmaşık riskleri yönetmek, bütüncül, şeffaf ve bilimsel temellere dayalı, uzun vadeli bir strateji gerektiriyor. Bugün, bu stratejiden yoksunuz.
Strateji, aslında bir kamu politikası. Bir gelecek tahayyülü ve kıt kaynaklarla türlü dertler içinde bu tahayyüle nasıl ulaşacağımızı belirleyen gerçekçi fakat yaratıcı yöntem. Afet hazırlıkları söz konusu olduğunda strateji bilhassa önemli, çünkü “mümkünü” belirliyor. Mevzuat dediğimiz şeyin ruhunu oluşturuyor.
Mevzuat en nihayetinde bir metin; varmak istediğiniz noktaya yolculuğunuzun esaslarını belirliyor. Ancak stratejiniz ve sistem kurma kapasiteniz yoksa, darmadağınık bir yapının içinde yol arar durursunuz ve bir türlü varamazsınız.
Türkiye’de mevcut strateji eksikliğini hem mevzuatın yetersizliği hem de uygulamadaki problemler üzerinden tartışmak gerek. Bugün afet politikaları çoğunlukla 6306 sayılı kanun çerçevesinde şekilleniyor. Ancak bu yasa, kapsamı, uygulama araçları ve hak temelli yaklaşımdan uzaklığı nedeniyle sorunlu.
Yasa, afet riskini azaltma hedefinden çok, piyasa mekanizmalarıyla uyumlu bir mülk transfer politikasına dönüşmüş durumda. Yasanın uygulama biçimi, riskli alan ilan edilen bölgelerin çoğunlukla merkezi konumda, yüksek piyasa değeri taşıyan ve yatırım ilgisinin yoğunlaştığı yerlerde yoğunlaştığını gösteriyor. Böylece afet riski bahane edilerek kent merkezlerindeki düşük gelirli gruplar yerinden ediliyor; kamu arazileri özelleştiriliyor ve kentsel dönüşüm adı altında lüks konut projeleri teşvik ediliyor. (Bkz: Kentsel Dönüşümde RezervAlan ve Riskli Alan Kavramlarına Dair Değerlendirme, İPA, Şubat 2024)
Vatandaşları kapsamayan, sistem kurmayan, dağınık, yamalı ve çözüm kapasitesi sınırlı bir mevzuatla karşı karşıyayız. Barınma hakkını önceliklendirmiyor, kiracıların ve ödeme gücü olmayanların durumunu dikkate almıyor, sosyal politikalarla entegre değil, gerçekçi destek mekanizmaları ile alternatif finansman modelleri yokluğundan asıl dönüşmesi gereken yüksek riskli yoksulluk bölgeleri dönüşemiyor.
Salt çoğunluk sayesinde karar süreçleri hızlansa da, azınlık hakları açısından ihlal riski var. Mülk sahiplerini bireysel ve kâr odaklı aktörlere dönüştüren parsel bazlı dönüşüm uygulamaları, komşuluk ilişkilerini zedeliyor. Bu uzun vadede dayanıklılıkta en temel unsur olan topluluk hissini ortadan kaldırıyor. Yasa rıza inşasına değil, zor kullanmaya dayalı. Riskin büyüklüğü düşünüldüğünde kamu gücünün kullanılması kaçınılmaz, ancak rıza büyük ölçüde çıkarılmış durumda.
Yerel yönetimlerin yetkileri oldukça kısıtlı ve güçlendirme uygulamaları yetersiz. Parsel başına daha fazla yapı, insan ve araç anlamına gelen yoğunluk artışına dayalı mantık, altyapı yükünü artırarak ve afet anında kaos riskini büyütüyor. Rezerv alan tanımının belirsizliği Hatay’da örneklerini gördüğümüz hukuksuz uygulamalara kapı aralıyor.
En riskli bölgeler stratejik olarak önceliklendirilmiyor, kapsamlı ve bütünsel bir fazlandırma görmüyoruz.
Oysa bütüncül bir sisteme, bunu kuracak stratejiye ve hepsinden önce de hepimizin serpilip gelişebileceği bir İstanbul'un mümkün olduğuna inanmaya ihtiyacımız var. Yani, kaynakları etkin ve verimli kullanan, alternatif modelleri kuran, kimseyi geride bırakmayan bir İstanbul, bunu önceliklendiren bir kamu yönetimi mümkün.
Önce bu mümkünün kıyısında bir nefeslenelim. Aklın kötümserliği bunca analizi yaparken iradenin iyimserliği İstanbul'da bir kişinin burnu kanamadan depremi atlatmayı düşünebilir mi?
Elbette. Düşündü de…
İBB ne yapıyordu ve neden hedef alındı?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, mevcut yasal sınırlar içinde mahalle ölçekli risk analizleri yaptı; yüksek riskli, yüksek yoğunluklu ve kentsel yoksulluğun arttığı alanları önceliklendirdi.
Hızlı tarama sistemi kurdu, kendiliğinden çökme riskli olan yapıları tespit edip bunların dönüşüm süreçlerini başlattı. Yerinde dönüşüm modeliyle kentsel dönüşüm yaşayanların çepere itilmesinin önüne geçmeye çalıştı. Özellikle yaşlılar, kiracılar ve yoksul hane halkları için farklı kira ve yapım desteği uygulamaya koydu. Katılımcı planlama süreçleri ile kenti yurttaşlar ile birlikte planladı.
İBB, aynı zamanda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın birçok imar kararına karşı dava açtı, 6306 sayılı yasaya ilişkin alternatif öneriler geliştirdi. Ancak bu öneriler dikkate alınmadı, aksine belediyenin bütçesi ve yetkileri sürekli olarak sınırlandırıldı.
Bilimsel ve katılımcı bir yönetişim modeli geliştirmeye çalışıldı. İstanbul Planlama Ajansı (İPA) öncülüğünde hazırlanan Vizyon 2050 Strateji Belgesi başta, İPA'da kente dair üretilen ve kamusallaştırılan bilgi ve veriler bu çabanın somut bir ürünü.
Bu çabaların merkezinde yer alan isimlerin yargı yoluyla görevlerinden uzaklaştırılması, yalnızca kişisel bir hak ihlali değil; aynı zamanda kurumsal deneyimin, stratejik düşüncenin ve kamusal çözüm üretme kapasitesinin bilinçli biçimde tasfiye edilmesidir. Bu da bizi son değerlendirme başlığımız "liyakat" meselesine getiriyor.
Liyakatın tasfiyesi ve kurumsal kapasitenin zayıflatılması
Yetkin kadrolar olmadan, ne kadar kaynak ayrılsa kifayetsiz. Çünkü kaynağın ne şekilde, hangi önceliklerle kullanılacağına karar veren, stratejiyi geliştiren, gerçekçi ve verimli çözümleri üreterek uygulayacak olan kişiler ancak liyakatli yöneticiler ve ekipler olabilir.
Ancak Türkiye’de uzun yıllardır bu kapasite, siyasi sadakat ve kişisel ilişkiler lehine aşındırılmış durumda.
Liyakate dayalı kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi, ilgili birimlerde uzmanların görev yaptığı, atama ve görevlendirmelere yeterlilik üzerinden karar verildiği, görevlerin açık tanımlandığı, yetki ve sorumlulukların net olduğu, bürokratların siyasi etkilerden bağımsız görev yapabildiği ve terfi edebildiği kurumlar lazım.
Bu ilkelerden uzaklaşmak, afete hazırlık ve müdahale kapasitemizi azaltır, kayıpları artırır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde görev yapmış ve bugün tutuklu olan bazı bürokratlar, benim de birlikte çalıştığım, şehircilik alanında yetkinliği kanıtlanmış isimlerdi. Bu kişilerin görevlerinden uzaklaştırılması, kurumsal deneyim ve hafızanın, daha dayanıklı bir İstanbul ihtimalinin kaybına da sebep oluyor.
Oysa bu ihtimali yitirme lüksümüz yok.
Bir kişinin değil, toplumun meselesi
Tutuklu İBB bürokratları, hayatta kalabileceğimiz, yaşanabilir, dayanıklı bir İstanbul için önemli adımlar attı. Bilimsel veriye dayalı, şeffaf süreçlerle ve liyakatli kadrolarla süreçlerin ilerlemesine izin verilmesi gerek. Yetkin kadroların, siyasi baskılardan korunarak çalışabileceği mekanizmaların oluşturulması şart.
Liyakatli kadroların tutuklu olması, kişisel bir olay, siyasi bir çekişme, hukuki bir prosedür değil çok daha büyük bir sistem sorunu. Bu sistem, yalnızca bugünü değil, geleceği de tehdit ediyor. Hukuk devleti olmadan risk azaltılamaz. Liyakat olmadan planlama yapılamaz. Cezasızlıkla, güvenli yaşam kurulamaz.
Kamu kaynaklarının doğru önceliklerle, mümkün olan en verimli şekilde kullanılmasına vesile olan kadroların siyasi saikler ve yargı süreçleriyle görevlerinden uzaklaştırılması, bu ülkede, bu şehirde yaşayan hepimizin kaybı. Hakettiğimiz gibi yaşayabilmek ve hakettiğimiz gibi ölebilmek için yeni bir sisteme ihtiyacımız var.
Bu sistem yalnızca merkezin karar almadığı; liyakatli kurumlar, verimli kaynak kullanımı, bilimsel akla dayalı, yaratıcı stratejilere dayalı, hepimizi kapsayan bir yapıda olmalı. Ve biz henüz bir deprem yaşamadan önce, bu sözleşmeyi ya yeniden inşa edeceğiz — ya da hep birlikte altında kalacağız.