Bazı sesler lehim gibidir; kırıkları onarır, ayrıları birleştirir. Zamanın içinden geçerek acıları yoğurup, umutları yarına taşır, kuşaklar boyu yankılanır.
Edip Akbayram’ın sesi işte böyle bir sesti. Anadolu’nun bereketli topraklarında filizlenen, güneşte olgunlaşan, rüzgârda yankılanan bir ses…
Halkın türküsünü, şairin isyanını, çocukların düşlerini içinde barındıran; her tınısında haysiyet, her notasında vicdan olan bir müzikal miras bıraktı arkasında.
Onun şarkıları, geçmişin seslerini geleceğe bağlayan köprülerdi; bir yanda ağıt, bir yanda umut taşıyan notalar… Âşık Mahzuni Şerif’in, Pir Sultan Abdal’ın, Karacaoğlan’ın kelimelerini alır, onlara yeni bir nefes verirdi. Anadolu’nun tellerine dokunduğunda, sazı yalnızca bir çalgı olmaktan çıkıp bir anlatıcıya dönüşürdü. Halkın dertleri, suskunluğa mahkûm edilenlerin çığlıkları onun sesiyle anlam bulurdu. "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz" derken, o sadece bir türkü okumuyordu; ezilmişlerin, unutulmuşların, adalet arayanların umuduna tercüman oluyordu.
Fırtınalı zamanların içinden geçti. Yasaklar gördü, sansürle tanıştı. Mikrofonu elinden alındı, konserleri yasaklandı, sesi duvarlar arasında hapsedilmek istendi. Ama halkın dilinde yankılanan bir ses, susturulamazdı. O, her zaman doğru bildiğini söyleyenlerdendi; eğilip bükülmeden, kırılmadan, ödün vermeden yoluna devam edenlerden… Bir ideali, bir tavrı, bir umudu temsil etti. Sesi hep gür çıktı, ama hiç hoyrat olmadı.
Şimdi o ses, sahnelerde yankılanmıyor belki ama ruhumuzda eksilmeyen bir iz bıraktı. Hiç şüphesiz şarkıları söylenecek, ama o sesin sahibini artık sahnede göremeyeceğiz. Şurası açık: Ne zaman bir meydanda, bir işçi grevinde, bir dost sofrasında ya da bir genç, kalbinin en derin yerinden gelen sesi özgürce duyurduğunda, Edip Akbayram’ın müziği orada olmaya devam edecek.
Kırılganlık içinde filizlenen bir ses
Bazı sesler, doğarken mücadeleyle yoğrulur. Daha ilk nefeslerinde hayatın acısını, sınavlarını hissederler. Edip Akbayram’ın hikâyesi de tam olarak böyle başladı. 1950 yılında, Gaziantep’in sıcak ve tozlu sokaklarında dünyaya geldi. Henüz dokuz aylıkken çocuk felcine yakalandı, o küçücük bedeniyle hayatın ilk büyük sınavını verdi. Ama belki de tam o anda, gelecekte nasıl bir insan olacağının ilk işareti belirdi: Yılmadan, yıkılmadan, her şeye rağmen yoluna devam eden bir ruh…
O dönem, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi yapısı da en az onun gibi fırtınalarla boğuşuyordu. 1960’ların başları, Türkiye’de hem sancılı hem umut dolu yıllardı. Bir yanda askeri darbelerin gölgesi, öte yanda yükselen toplumsal uyanış… Gençler, hak arayışında, fikirler çatışma içinde, müzik ise bu çalkantıların tam ortasında bir kimlik arayışında…
İşte Edip Akbayram, böyle bir dönemde büyüdü.
Gençliğinde bir yol ayrımına geldiğinde, kalbi çoktan kararını vermişti. Daha lise yıllarında, Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın dizelerine kendi müziğini ekleyerek söylüyordu. Henüz adını geniş kitlelere duyurmadan, küçük sahnelerde, okul sıralarında, kendi kurduğu Siyah Örümcekler adlı grupla müziğin peşinden koşuyordu. Gaziantep’in dar sokaklarından yükselen o ilk sesler, bir gün ülkenin dört bir yanında yankılanacağından habersizdi.
İlk plağı "Kendim Ettim Kendim Buldum", lise yıllarında geldi. Grubunun adı plak üzerinde iki farklı şekilde basıldı: "Siyah Örümcekler-Gaziantep Orkestrası" ve "Edip Akbayram ve Siyah Örümcekler." Şehir şehir dolaşan bu müzikal yolculuğun ikinci durağı Adana oldu. Burada ilk kez büyük bir sahneye adım attı, ilk gerçek orkestrayı kurdu, ilk kez sahnenin sıcak ışıkları altında halkın karşısına çıktı. Adana’nın müzikle yoğrulmuş atmosferinde, şehrin en bilinen mekânlarından biri olan Beyaz Saray gazinosunda çalışmaya başladı.
Ama müzik, sadece bir tutkudan ibaret değildi. Hayatın başka planları da vardı onun için. 1968’de liseyi bitirdiğinde, çocukluk hayallerinden biri olan doktorluk için üniversite sınavlarına girdi ve Diş Hekimliği Fakültesi’ni kazandı. Ailesinin gözünde artık geleceği garantilenmişti. Ama bazen hayat, hesaplarla değil, kalbin attığı yöne göre şekillenir. O, eline bir dişçi aynası değil, bir mikrofon almak istedi. Tıp fakültesinin koridorlarından sahneye çıkan yola yöneldi ve bir daha asla arkasına bakmadı. Çünkü onun için asıl şifa, insanlara müzikle dokunmaktı.
Bir sesin yükselişi: Anadolu’dan zirveye
İstanbul, onun için sadece bir şehir değildi; hayallerinin, mücadelesinin, sesinin yankılanacağı büyük bir sahneydi. 1971’de, henüz yolun başında, Altın Mikrofon Yarışmasına katıldığında, belki de yalnızca şansını denemek istiyordu. Ama kader, onun sesini milyonlara duyurmak için harekete geçmişti. Âşık Veysel’in dizelerinden ilham alarak bestelediği "Kükredi Çimenler", yarışmada birinci olduğunda, aslında sadece bir ödül kazanmamıştı; bir kuşağın müziğine yön verecek bir yolun kapısını aralamıştı.
Bu başarının ardından daha büyük bir adım attı. 1974’te, onu efsaneler arasına taşıyacak Dostlar Orkestrasını kurdu. Artık sahnede yalnız değildi; arkasında, onun ruhunu, Anadolu’nun tınılarını taşıyan güçlü bir müzikal ekip vardı. "Kara Kuzu", "Deniz Üstü Köpürür" ve "Garip" gibi 45’liklerle müzik listelerinde yükseldi. Artık sesi sadece plaklarda değil, halkın dilinde, meydanlarda, sokaklarda dolaşıyordu.
Ama onu zirveye taşıyan yalnızca sesi değildi; halkın yüreğine dokunan sözlerdi. "Aldırma Gönül" ve "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz", dönemin ruhunu anlatan iki büyük ağıt, iki büyük başkaldırıydı. Bu şarkılar, sadece satış rekorları kırmakla kalmadı; onu halkın hafızasında, müziğin tarihine kazıyan eserler haline getirdi. Altın Plak kazandığında, belki bir ödülü daha koleksiyonuna eklemişti ama onun gerçek ödülü, şarkılarını söyleyen, onu kendi sesi olarak gören insanlardı.
Zamanla 250’yi aşkın ödül aldı. Ama belki de en büyük ödülü, hiç değişmeyen bir gerçekti: O, ödüller için müzik yapmadı. Şarkıları platin sertifikalara ulaşsın diye değil, halkın dertleri yankılansın diye söyledi. Ve işte tam da bu yüzden, sesi yalnızca bir sanatçının değil, bir devrin yankısı olarak kaldı.
Bir sanatçının var olma mücadelesi
1970’ler… Türkiye’nin hararetle kaynadığı, sokakların barikatlarla, meydanların sloganlarla yankılandığı, umudun ve korkunun iç içe geçtiği yıllar… Bir yanda hak mücadelesi veren işçiler, devrim hayali kuran gençler, sendikaların, öğrenci hareketlerinin yükselişi; öte yanda bu yükselişi bastırmaya çalışan devlet eli, yasaklar, faili meçhul cinayetler, artan baskılar…
O dönemde bir sanatçı, yalnızca şarkı söyleyerek sahnede var olamazdı. Müziğin bir tavır olduğu, türkülerin sloganlara dönüştüğü, sahne ışıklarının üzerine çevrildiği kadar gölgelerin de peşine düştüğü bir çağ yaşanıyordu. İşte tam da bu yıllarda Edip Akbayram, yalnızca bir müzisyen olarak değil, bir direniş sembolü olarak yükseldi. O, salt bir yorumcu değildi; onun sesi, halkın sesi, haksızlığa başkaldıranların yankısıydı. Sabahattin Ali’nin, Ahmet Arif’in, Nâzım Hikmet’in dizeleri, onun sesinde bir çağrıya, bir ağıta, bir umuda dönüştü.
Ama böyle bir dönemde böylesine cesur bir müziğin bedeli ağırdı. 12 Mart 1971 Muhtırası ile başlayan baskılar, 12 Eylül 1980 Darbesi ile katmerlendi. Artık sanatın yalnızca sanat olmadığı, sözlerin sadece dizelerden ibaret sayılmadığı bir iklim vardı. Müziğin susturulması gerekiyordu. Onun sesi, bir süre yalnızca halkın içinde yankılandı çünkü devlet eliyle kesilmek istendi. TRT, Edip Akbayram’ın şarkılarını çalmadı, albümlerine ambargolar koyuldu. “Sakıncalı sanatçı” ilan edildi. Fakat o, susmadı.
Susturulmak istendikçe daha gür söyledi şarkılarını. Konserleri yasaklandığında halkın içinde, meydanlarda, fabrikalarda türkü söyledi. Yasaklar onu yıldırmadı, sahne tozunu değil, toprak kokusunu içine çekti. Müziğini ticari kaygılara kurban etmedi, popüler kültürün konforlu alanına çekilmedi. Çünkü onun için müzik, yalnızca notalar ve sözlerden ibaret değildi; müzik, halkın kalbinde atan bir direniş ritmiydi.
O yıllarda pek çok sanatçı ya sürgünü seçti ya da kendini koruma içgüdüsüyle sistemin çizdiği sınırların içine çekildi. Ama Edip Akbayram, Anadolu’yu terk etmedi. Yasakların gölgesinde, gözlerin üzerine çevrildiği bir sanatçı olarak, yine de halkının içinde kaldı. Resmi kanallar onun şarkılarını çalmadı ama evlerin içinde kasetçalarlar, pikaplar vardı. O pikaplardan yükselen ses, yalnızca bir sanatçının değil, bir halkın inadıydı.
Yasakların gölgesinde, inancın ışığında
1980’ler, onun gibi şarkılarını halkın hikâyeleriyle yoğuran sanatçılar için karanlık yıllardı. Darbenin gölgesi sadece meydanlara değil, sahnelere ve radyolara da düşmüştü. 1981 ile 1988 yılları arasında, Edip Akbayram’ın besteleri TRT’de çalınmadı. Neyse ki şarkılarının yasaklanması, sesini kısmadı. Mikrofonu devletin sansürüne takılmış olsa da sesi, insanların yüreğinde, kasetçalarlarında, meydanlarda yaşamaya devam etti.
Zaman adildir çoğu kere, direnenleri her zaman bir şekilde ödüllendirir. 1990’ların ortalarına gelindiğinde, “Türküler Yanmaz” albümüyle yeniden yükseldi. Adı bile bir manifesto gibiydi: Türküler yanmaz, yasaklanmaz, unutulmaz. Bu albümü, 1993’te Sivas’ta yakılarak katledilen aydınlara ithaf etti. Albümde, Can Yücel’in, Oktay Rifat’ın, Ahmed Arif’in ve Vedat Türkali’nin şiirlerinden bestelenmiş şarkılar yer aldı. Kelimeler, notalarla buluştuğunda, bir neslin hüznü ve öfkesi de melodilere dönüştü.
Edip Akbayram için müzik, en başından beri bir yoldu. Ve o bu yolda hep ne yapmak istediğini bilerek yürüdü. “Kalıcı bir şeyler yapmak istiyordum.” diyordu. Fikret Kızılok ve Cem Karaca gibi Anadolu ezgilerini modern müzikle harmanlayan isimlerden ilham aldı ama kendine özgü bir renk yarattı. Çünkü onun müziği sadece türkülerin değil, bir bakış açısının, bir dünya görüşünün sesi olmalıydı.
“Toplumcu müzik yapmak istedim. Müziğimde geniş halk kitlelerinin yaşamı, sorunları olmalıydı. Ancak sivri, ucuz kahramanlıklardan da uzak durmaya çalıştım. İnançlarımdan, düşüncelerimden, politikamdan taviz vermeden, müzik tekniğinden yararlanarak, sorunlu, yoksul, geniş halk kitlelerine ulaşmak, daha çağdaş bir şeyler yapmak istiyordum.”
Böyle diyordu bir konuşmasında… İşte bu yüzden, onun şarkıları birer nostalji değil, birer yaşama biçimi olarak kaldı. Zamana direndi, sansüre, baskıya ve ticari kaygılara teslim olmadı. O, hep o kendine ait çizgide yürüdü. Ve o çizgi, halkın yüreğinde derin bir iz bıraktı.
Şarkılar susturulmaz: Direnen bir sesin hikâyesi
Ancak unutulmaz olmak, sadece şarkılarla değil, bir bedel ödemekle de mümkündü. O dönem Türkiye’de müziği ticari bir araç olarak görenler için işler daha kolaydı; onlar düzenin çizdiği çerçevede şarkılarını söyleyip sahnelerine çıkabiliyorlardı. Ama Edip Akbayram gibi sanatçılar için bu yol, türlü zorluklarla doluydu. Plakları, kasetleri yok satıyordu ama kazandığı paralar sınırlıydı. Çünkü o, halk için, işçiler için, sendikalar için sahneye çıkıyordu. Pek çok sanatçı en yüksek fiyatları talep ederken, o sendikal mücadelelerin çağrısına karşılık veriyor, grevdeki işçilerin moralini yükseltmek için neredeyse ücretsiz konserler veriyordu. Bu yüzden, sahnelerde parlayan birçok ismin aksine lüks içinde yaşamıyor, zaman zaman ciddi maddi sıkıntılar yaşıyordu. Ama o hiçbir zaman şikâyet etmedi; çünkü müziği bir eğlence değil, bir direniş aracı olarak görüyordu.
Bu ödediği bedeller yalnızca ekonomik değildi. 12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye’de sadece siyasi hayatı değil, sanat dünyasını da derinden etkiledi. Onun gibi halktan yana olan sanatçılar hedef tahtasına konuldu. Akbayram, "Şah Plak Davası" olarak bilinen davayla yargılandı. Plak şirketi yasaklı türküleri basıp dağıttığı için yargılanmış, Edip Akbayram da o eserleri seslendirdiği için "komünizm propagandası yapmak" suçlamasıyla hapse atılmıştı. Yıllarca süren baskılar, sahne yasakları, sürgün tehditleri… Ama o ne bir gün pişman oldu ne de geri adım attı.
Edip Akbayram’ın bu duruşu, dünya çapında benzer mücadeleler veren sanatçılarla aynı safta olduğunu gösteriyordu. Victor Jara, Şili’de Pinochet diktatörlüğüne karşı şarkılarıyla direnirken öldürülmüştü. Mercedes Sosa, Arjantin’de askeri rejim tarafından sürgüne gönderilmişti. Joan Baez, Amerika’da Vietnam Savaşı’na karşı müziğiyle mücadele vermişti. Bob Dylan, sivil haklar hareketinin müzikal sembollerinden biri olmuştu. Akbayram’ın yolu da işte bu sanatçılarla kesişiyordu: Müziği yalnızca bir sanat dalı değil, toplumsal bir başkaldırı biçimi olarak gören, ezilenlerin sesine ses katan sanatçılar…
O, Türkiye’nin Victor Jara’sıydı belki de. Ama onu özel kılan şey, yalnızca mücadeleci olması değildi. Onun farkı, müziğinin içindeki naiflik, insan sevgisi ve umuttu. Direnişin de bir kalbi vardı; onun şarkıları, kavgayı, mücadeleyi, haksızlığa başkaldırıyı anlatırken bile öfkeye teslim olmayan, insanı insana yakınlaştıran bir tını taşıyordu. Ve belki de bu yüzden, tüm yasaklara, baskılara rağmen, sesi hiç susmadı.
Anadolu Rock’un sesi: Özgünlük ve direnç
Türk müziğinin en büyük dönüşümlerinden biri, 1960’ların sonlarında Anadolu Rock’ın doğuşuyla yaşandı. Moğollar, Cem Karaca, Barış Manço gibi isimlerin öncülüğünde gelişen bu akım, Batı’nın rock enstrümanlarını Anadolu’nun ezgileriyle birleştirerek yeni bir müzikal kimlik yarattı. Edip Akbayram ise bu akımın en güçlü temsilcilerinden biri oldu. Ama onun farkı yalnızca müziğinde değil, müziğe kattığı ruhta gizliydi.
Edip Akbayram’ın müziği, Batı’dan devşirilmiş ritimler ya da Anadolu’ya sonradan eklenmiş bir sound değildi. Onun şarkıları, halk müziğinin özünü bozmadan, ona modern bir yorum katarak şekilleniyordu. Anadolu’nun tellerinden gelen ezgiler, dostlar orkestrasının güçlü altyapısıyla birleştiğinde, ortaya hem coşkulu hem de derinlikli bir müzikal yapı çıkıyordu. Orkestrasyonundaki zenginlik, onun müziğini sıradan bir halk müziği düzenlemesinin ötesine taşıdı. Elektrik gitar, bas gitar, davul gibi enstrümanlar, bağlama ve klasik halk çalgılarıyla ustalıkla harmanlanıyordu. Ama belki de onu en farklı kılan şey, vokaliydi. Edip Akbayram’ın sesi, Anadolu’nun binlerce yıllık acılarını, sevinçlerini, haykırışlarını ve umutlarını içinde barındıran, derinlikli ve dokunaklı bir sesti. O, bir şarkıyı söylerken sadece kelimeleri dile getirmiyordu; onun sesinde, geçmişin izleri ve halkın duygusu vardı.
Bu duruş, 1990’larda Türkiye’de müzik piyasasının büyük bir değişim geçirdiği yıllarda daha da belirginleşti. 90’lar, pop müziğin hızla yükseldiği, şarkı sözlerinin giderek sığlaştığı, müziğin ticarileştiği bir dönemdi. Müzik piyasası, artık halkın hikâyelerini anlatan, dertlerini dile getiren şarkılardan çok, aşk acısını basit kelimelerle anlatan kolay tüketilebilir şarkılara yönelmişti. O yıllarda pek çok sanatçı trendlerin peşinden giderken, Edip Akbayram asla bu rüzgâra kapılmadı. O, popüler olmayı değil, kalıcı olmayı seçti. Şiirden, halkın sesinden, Anadolu’nun derinliklerinden beslenmeye devam etti.
Bunun en güzel örneklerinden biri, unutulmaz eserleri arasına giren "Kibar Gelin" oldu. 90’ların pop patlaması arasında, halk müziğinin naif ama derinlikli bir yorumu olarak hafızalara kazındı. Sadece bir türkü değildi; içinde bir hayat hikâyesi, bir masumiyet, bir Anadolu nostaljisi taşıyordu. "Hava Nasıl Oralarda", hasretin, özlemin en güzel anlatımlarından biri olarak dillerden düşmedi. "Bekle Beni İstanbul", şehre duyulan aşkın ve özlemin en şiirsel dışavurumlarından biriydi. Ve daha niceleri... Onun şarkıları, zamana direndi, dönemsel popülerliğin çok ötesinde, kalıcı bir miras haline geldi.
Ama zaman, bazen sesi de bedenle birlikte yorar. Edip Akbayram, son yıllarında sahnelerden giderek uzaklaşmak zorunda kaldı. Sağlık sorunları, onu neredeyse hiç konser veremez hale getirdi. Oysa onun şarkıları, hala meydanlarda, işçi direnişlerinde, öğrenci toplantılarında, dost meclislerinde yankılanıyordu. Artık sahneye çıkamıyordu belki ama sesi, halkın hafızasında, her duyulduğunda eski heyecanıyla yankılanmaya devam etti.
O, bu toprakların şarkıcısıydı. Ve şarkıları, bu topraklar var oldukça, yaşamaya devam edecekti.
Zamana Direnen Bir Ruh: Tavizsiz Bir Hayat
Zaman değişti. Meydanlar sustu, sloganlar yerini reklamlara bıraktı. Şarkılar, geçmişin çığlıklarını değil, anlık eğlenceleri anlatmaya başladı. Türkiye’de toplum yavaş yavaş apolitikleşirken, sahnelerde ve ekranlarda yer alan müzik de dönüştü. Müzik artık bir direniş değil, bir arka plan sesi, bir tüketim nesnesi haline geldi. Popüler kültür hızla değişen ritimlerin, kısa ömürlü şarkıların peşinden giderken, Edip Akbayram bir an bile yönünü kaybetmedi. O, ne modaya uydu ne de günün geçici popülerliğine teslim oldu.
Onun için müzik, yalnızca sahnede var olmanın değil, halkın içinde kalmanın bir yoluydu. Moda’da, denize nazır küçük bir mahallede yaşadı yıllarca. Şehrin kaosundan, gösterişli davetlerden uzak durdu. Onun dünyası, lüks sofralar değil; çayını alıp sahilde yürüyen insanlarla selamlaşmak, esnafla sohbet etmek, çocukların başını okşamak, halkın içinde olmaktı. O, halkın şarkıcısıydı ve halkın içinde olmaktan asla vazgeçmedi.
Ama onun en büyük rolü, yalnızca bir sanatçı olmak değildi. O, aynı zamanda bir eş, bir baba, bir dosttu. Eşi Ayten Akbayram, onu "diğer yarım" olarak tanımlıyordu. Yıllarca her zorlukta yanında duran, yasaklara, sürgün tehditlerine, ekonomik sıkıntılara rağmen sevgisini eksik etmeyen bir eş… Kızı Türkü ve oğlu Ozan, onun hayatındaki en büyük mirasıydı. İsmini Anadolu’nun en kadim ezgilerinden alan Türkü Akbayram, müzik dünyasında kendine yer açarken, babasından aldığı destek en büyük yol göstericisi oldu. O, müziğe girerken yalnızca bir soyadını değil, bir kültürü, bir duruşu ve bir ideali devraldı.
Şimdi, o büyük sesin yankısı aramızda değil belki. Ama Edip Akbayram’ın şarkıları, yalnızca müzik listelerinde değil, insanların yüreğinde yaşamaya devam ediyor. Onu dinleyen her insan, aslında sadece bir sanatçıyı değil, bir dönemi, bir duruşu, bir ideali hatırlıyor.
Bazı sesler asla kaybolmaz. Rüzgârda, denizin dalgalarında, bir çocuğun mırıldandığı bir ezgide yeniden doğar. Belki bir meydanda, belki bir sahilde, belki de bir işçinin cebinde buruşturulmuş eski bir kaset kapağında…
Ve biz, her ‘Bekle Beni İstanbul’ çaldığında, aslında neyin eksildiğini fark ederiz. O sesi, o umudu, o direnci… Çünkü bazı insanlar ölmez. Bazı sesler, zamanın içinde kaybolmaz; sonsuza dek yankılanır.