İnsanın kendini bilmesi gibisi yok. İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Ama kendini bilmek ne sandığımız kadar kolay ve yardımsız mümkün, ne de ruhumuzdaki yaraların keşfi bizi ahlaki ve sosyal sorumluluklardan muaf tutuyor. 

Mesela henüz tanıştığınız birinin, daha bismillah demeden çocukluk travmalarını üstünüze boca ettiği oldu mu? “Floodlightedlananlar” kulübüne hoş geldiniz. 

Floodlighting basitçe, biriyle süratle yakınlaşmak, bazen de yakınlaşmaya lüzum görmeden ikili ilişkinin mahremiyetinden istifade edebilmek için (aka “Yaranı sarıp acını dindiremem bak bana ben acının ta kendisiyim”) hayali ya da gerçek travmalarını işe koşmaya deniyor. 

Kasten yapılıyorsa düz kötülük, ama bazen bilinçdışı bir manipülasyon da. 

Peki buraya nasıl geldik? 

Bir büyük keşif 

Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud 1856’da doğdu. Psikanalizin bir metot olarak tüm insani bilimlerde, sanatta ve hatta siyasette yerini alması ise geçen yüzyılın ikinci yarısında oldu. 

Stephen Kern, “Nedenselliğin Kültürel Tarihi” adlı kitabında, Viktorya çağı ile modern zamanların düşünme biçimlerini ayıran başlıca keşiflerden birinin, bilinçdışı olduğunu söylüyor. 

Gerçekten de Viktoryen romanlarda mücadele iyilerle kötüler arasındaydı. Kötülerin çocukluk travmalarını bilmezdik. Anlatılmazdı. Oralarda anlaşılması gereken bir şey olduğu - ufaktan sezilse de - henüz bilinmiyordu. 

Şimdi genel izleyiciye hitap eden bir dizi senaryosunda bile, bazen beceriksizce de olsa, psikanalize başvuruluyor. İyilerle kötüler arasındaki sınırlar silik. Hitler de misal, kötü bir erken çocukluk geçirmiş. Yazık. 

Hepimiz, öyle ya da böyle, içine doğduğumuz çağın sosyoekonomik koşullarını sorgulamak ya da basitçe kadere teslim olmak yerine, anamızı babamızı çarmıha geriyoruz. Kadınlar, el kadar bebeleri büyüyünce partnerine eza etmesin diye işine iki sene ara vermeyi göze alıyor. Güvensiz bağlanmasın diye kendilerini helak ediyorlar. 

Çocukluk, altın çağını yaşıyor. 

Nimeti ve laneti  

Bu fena bir şey değil. Ne demiştik, ilim kendin bilmektir. Dönüp kendine bakmak, eksik gediğinle hesaplaşmak, ötekinin yarasını görmek, insanlığın büyük ortak hikayesinin önemsiz bir parçası olduğunu kabul etmek, ne de olsa bir erdem. Saf ve hayali kötüler yaratıp suçu karşıdakine atmaktan imtina etmek de. 

Ama işte, insan ruhuyla ilgili bu keşif de, tıpkı diğerleri gibi, nimeti kadar lanetiyle geldi. Bu gırtlağımıza kadar battığımız “psikanalize” olma hali de, en iyi ihtimalle yalama olmaya, yani içinin boşaltılmasına, en kötü ihtimalle de istismar edilmeye açık. 

Zaten toplumsal bir gösteride bir pankart diğerleri arasından hemencik seçiliyorsa, arkasında müşterek bir dert vardır. “Senin travman yok, düpedüz yavşaksın” diyen pankart da öyle bir şeydi. 

İşte onun, her gün daha da zenginleşen ilişki sözlüğündeki adı, floodlighting. Bazen “oversharing” ya da “trauma-dumping” de deniyor. Meramları ortak. 

O zaman saksıyı biraz çalıştıralım. Birinin ruhundaki yaralar ya da - sadece insan olduğu için kaçınılmaz biçimde sahip olduğu - arızalarını yok saymak, hafife almak, hatta dalga geçmek yanılgısına düşmekle, sonsuz bir bağışlayıcılıkla kucak açarak üstümüzde tepinmesini engellemek arasındaki dengeyi nasıl tutturacağız? 

Valla zor. 

Baş etme kiti 

Ama imkansız değil. Biraz eleştirel düşünce, biraz sağduyu, biraz da empati ile - evet burada da lazım - mümkün. 

Floodlightingçilerin ortak niteliklerinden biri, kendi kendilerini teşhiste mahir olmaları. Oysa sadece ruh sağlığı uzmanları psikiyatrik tanı koyabilir ve bunu yaparken de canları çıkasıya dikkatli davranırlar. Özellikle basit nevrozlar, (ki Freud’a kalırsa nevrotiklik normalliğin diğer adı) kişilik özelliği olarak görülür, hastalık olarak tanınmaz bile, tanısı da olmaz haliyle. Size renginizi, kokunuzu veren şeylerdir onlar. Hepsi bu.  

Sizden iki sene sonra doğan kız kardeşinize hasedinizi yolda ya da terapi odasında keşfetmiş olabilirsiniz. Bu sizi belki rekabetçi, belki hırslı, belki terk edilme korkusu yoğun biri yapmış olabilir. İki yaşında bir çocuk için bu tecrübe travmatik de olabilir. Ama bu niteliklerin hiçbiri, hastalık tanısı değil. Haliyle “cezai muafiyet”ten yararlanamazlar. 

Karşınızdaki bu ve benzeri bir çocukluk yaşantısından yola çıkarak, size kendiyle ilgili koşulsuz kabullenmeniz gereken bir paketle geliyorsa (mesela, bağlanma sorunum var) antenleri dikin. 

İkincisi, insanların büyük kısmı, derin travmalardan çeşitli baş etme mekanizmalarıyla çıkar, uyumlanır. Bunlar dile gelmesi, hele dün tanışılan bir yabancıya açılması yürek isteyen, paylaşılması sağlam bir güven talep eden, zorlayıcı anılardır. Bol keseden sarf edilmeleri de “red flag”.   

Üçüncüsü, biraz da kendi hislerinize güvenmek. Karşıdaki bunları anlattığında ne hissettiğinizi kendinize sorun. Bu histen karşıdakinin ne çıkarı olabileceğini de. 

Kulağa Ortadoğu siyaseti aktörlerinin muratlarını anlamak kadar zor geliyor olabilir ama deneyin, çalışacak. Bir anda yoğun bir şefkat ve sarılma arzusu mu geldi, koynunuza alıp iyileştirme hevesi mi, aman üstüne fazla gitmeyim ürker kaçar korkusu mu? Bunlar hep işaret. 

Çünkü taze bir flörtün ilk buluşmasından sonra sizde kalan hisler bunlar olmamalı. Merak, heyecan ve biraz da “dur bakalım” temkini olağan olan.  

Son bir yol da şu olabilir: Kendinizi karşıdakinin yerine koyun. Travmatik bir hatırayı, kime ve hangi koşullarda samimiyetle teslim ederdiniz? Böyle etmezdiniz değil mi? 

Ahlaksızlığa lüzum yok 

Çağdaş düşünür Alain de Botton, ilişkiler üzerine en çok yazıp çizen isimlerden biri. Çiftlere tavsiyelerinden biri de, yaraları, arızalarını ve öfkelerini karşı tarafa açıkyüreklilikle anlatma becerisi edinmek. 

Ama kast ettiği bu değil. Çünkü travmalar ya da belli karakter örüntüleriyle ilgili literatür, yetişkin bir insanın ahlaksız ya da düpedüz namussuz davranışlarını mazur göstermek için geliştirilmedi.  

Sonuçta insan insanla yaşıyor, insana insan iyi geliyor. Amaç, insanlar arasındaki bağları daha anlamlı, daha derin ve daha güvenli hale getirmek. 

O zaman o kişi de karşıdakini ya da tazecik bir münasebeti boğmak yerine, travmalarından renkli bir hikaye ve sağlam bir kişisel ahlak yaratmakla, beceremiyorsa da en azından başkalarına zarar vermemekle yükümlü.  

Ve birinin amacı baştan samimi bir yakınlık değilse, askerlik anısı sıkıcılığındaki çocukluk travmalarını dinlemek için sebebimiz yok. 

İlişkiler zaman ister; daha temeli atılırken zamandan, yani malzemeden çalan biri varsa, o çatının altına girmemeniz iyi olur.

🦉
Fayn, güç sahiplerini denetlemek, bakış açılarımızı genişletmek, yankı odalarının duvarlarını yıkmak ve 21. yüzyılın enformasyon karmaşasına direnebilmek için var. Bağımsız ve nitelikli gazeteciliğe alan açma çabasına mütevazı bir tuğla da siz koyun, Fayn'ın ücretli aboneleri arasına katılın. Abonelik seçeneklerini inceleyin.
Bağlantı kopyalandı!

Yazan:

Nilgün Yılmaz

Nilgün Yılmaz

Editör ve yazar