Bu alıntı, “Sana ne oldu?” serimizin mimarı Melisa Kesmez’in Ocak 2025’te çıkan ve henüz dumanı üstünde tüten kitabı Çiçeklenmeler’den…
Kahve tutkunları bilir; kahve yalnızca ayılmamızı kolaylaştıran bir içecek, çalışırken güç veren bir yoldaş ya da derin sohbetlerimizin eşlikçisi değildir.
Sabah uyandığımızda aynı rutini gerçekleştireceğimizi bilmenin verdiği konfor ve öngörülebilirliktir belki de kahveyi bu kadar sevdiren. Bir düğmeye basmak, o düğmeyle bir şeylerin çalışması, kahvenin suya, suyun kanımıza karışması…
Sanki önemli olan eyleyebilmektir, salt kahve içmek gibi bir sonuç değil de o sonuca giden bütün nedenlerdir; o yüzden de bazen kahve “yapmak” bize, dokunduğumuz şeyi değiştirebildiğimizi hatırlatır.
Tıpkı sanat gibi… Eğer sanata geleneksel anlayışların biraz dışından bakan ve onu gündelik yaşamın içinde her nüansta görmeye meyilli biriyseniz, günlük kahve ritüeliniz bile sizi bir sanat alımlayıcısı ve hatta üreticisi yapmaya yetecektir.
Deneyime ve sanatçıyla izleyenin ortak üretimine dayalı bir sanat anlayışı olan Fluxus, meseleyi tam böyle bir yerden kavrayan bir akım. Gelin, kahve molanızda bu devrimci akımı biraz anlamaya çalışalım; belki kahveniz bittiğinde fincanınıza bakışınız, her zamankinden daha farklı olur.
Akışına bırak!
Bu içerik Fluxus Coffee’nin sponsorluğunda hazırlanmıştır. Fluxus, kahve deneyimini akışına bırakmayı, her bir fincanın kendine özgü bir hikayesi olduğunu kabul etmeyi ve bu hikâyeyi içiciyle birlikte yaşamayı hedefliyor. Fluxus’ın iyi kahveyi eşsiz bir deneyime dönüştüren dünyasını keşfedin.
Fluxus CoffeeNedir bu Fluxus?
Fluxus, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan devrimci sanat hareketlerinden biri. Sanatı gündelik hayatın içine taşıma amacı güden bu akım, sanat üretimini sanatçının tekelinden alarak karşılıklı etkileşim ve dönüşümlere dayanan bir performans gibi görmeyi gerektiriyor.
Bir izleyen ve bazen bir obje, bazen bir resim, beste ya da kişiden ibaret bir izlenenin olduğu geleneksel sanat anlayışı, Fluxus akımında reddediliyor. Bu felsefeyi takip eden sanatçılara göre sanat herkesin hayatına dahil olabileceği gibi herkes bu faaliyetleri deneyimleyebilir ve süreçte yer alabilir.
Fluxus’ın ismi, İngilizce flux kelime kökünden geliyor. Flux, akıntı, akış gibi anlamlara geldiği gibi sürekli değişim gösterme haline de işaret ediyor. Bu anlamda ismiyle müsemma gözüken bu akım, bir yandan bir şeyi olduğu gibi kabul etmeyi ifade eden “akışına bırak” felsefesini şiar edinirken diğer yandan da sanat faaliyetlerinin süregiden ve dönüşen bir eylem olarak görülmesinin de yolunu açıyor.
Akışkan sınırlar, muğlak ayrımlar
1960’lı yıllardan itibaren hayatımıza giren Fluxus, sanatın herhangi bir alanıyla sınırlı değil; bestecileri, tasarımcıları, şair ve yazarları, film yapımcılarını içeren, uluslararası ve disiplinlerarası kapsayıcı bir şemsiye.
Zaten Fluxus felsefesine göre sanat üretiminde net çizgiler, alanlar arasında birini diğerinden ayrı kılan katı sınırlar ve kurallar yok. Sanatsal süreçler de her zaman nihai üründen daha fazla önemseniyor ve sanatsal üretim biçimleri bir potada eritiliyor.
Sanat işlerinin anlamlandırılması tamamen izleyicinin deneyimine bırakılmış vaziyette. Bu da izleyen ve izlenen arasında bir etkileşim ve iletişim gerektiriyor. Böylelikle sanat üretimi tek taraflı bir sunum olmaktan çıkıp birlikte eylemeyi vadeden bir performansa evriliyor.
Bu açıdan Fluxus, daha ciddi ve kapalı kültürel ortamlara bir çeşit başkaldırı gibi. Sanat dünyasına getirdiği canlılık pek çok sanatçının üretim süreçlerini etkilemiş. Bu sanatçıların yarattıkları ortak dil ile anlatım yoğunluğu, deneyimlerin sınırlarını zorlayarak günümüzün çağdaş sanat pratiklerine bir pencere aralamış.
Sanat ne içindir?
Fluxus’ın ilk örneklerinden biri olarak sanatçı John Cage’in 4’33’’ isimli performansı gösterilebilir. Zaten deneysel kompozitör-müzisyen John Cage’in New York Sosyal Araştırmalar Yeni Okulu’ndaki deneysel kompozisyon dersleri, Fluxus akımının ilk tohumlarını atması açısından önemli. Bu dersi alan öğrenciler, 1945 sonrası sanat tarihi literatürüne girecek edimlerde bulunacak isimler olmuş daha sonrasında.
4’33’’ isimli performans ise sahneye çıkan müzisyenin 4 dakika 33 saniye boyunca hareketsiz kalmasını içeren bir süreç. Performans sırasında John Cage bir ara sahnedeki piyanoya yönelse de onu çalmaz ve seyircilerin bu yolla müzikten ziyade ortamdaki seslere odaklanması amaçlanır.
Tüm sesler ve hatta sessizlik bile bir müziktir. Cage’e göre tamamen sessiz kalmaya çalışsak dahi her zaman duyacak ve görecek bir şeylerimiz vardır. Sanatçı ve seyircinin işbirliğine dayanan bu yaratım, Fluxus’ın temelinde yatan sorulara da bir işaret fişeği çakıyor: Sanat yalnızca üretilen sanat işleri ve nesneler midir yoksa anlamın akışkanlığını fark etmemizi sağlayacak bir aracı mıdır?
Hapşırık tozu, koku bombası, yalan ihbar…
Litvanya kökenli Amerikalı sanatçı George Maciunas, Fluxus akımının öncülerinden. Sanat objelerinin alınıp satılabilen birer meta olmasına karşı çıkan Maciunas, bu amaçla bir diğer Litvanyalı göçmen arkadaşı Almus Salcius ile A/G Galeri’yi kurup deneysel performansların ve avangart etkinliklerin önünü açmaya çalışıyor.
Aynı zamanda Fluxus-News-Policy Letter isimli bir dergi de çıkaran Maciunas, buradaki yazılarında kimi zaman kulağa absürt gelen bazı önerilerde de bulunmuş.
Örneğin, derginin 6 Nisan 1963 tarihli 6. sayısında, koku bombaları ve hapşırık tozları kullanarak kentteki kültürel hayatı etkilemek, yalan ihbarlarda bulunmak ve acil servisi arayıp galalar esnasında galerilere ve müzelere ambulans yollamak gibi politik eylemler önermiş.
Bu gibi uçarı öneriler elbette tepki de çekmiş ve eleştirilerin ve fikir ayrılıklarının da doğmasına sebep olmuş. 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı umutsuzluk hissinden ortaya çıkan bir diğer avangart akım olan Dadaizm’i sıklıkla hatırlatan bu uçlarda absürdite kullanımı, Avrupa’da da bir çeşit dejavu etkisi yaratmış.
Sonuç olarak grup dağılma sürecine girmiş ve sanatçılar daha çok bireysel işleriyle ilgilenmeye başlamışlar. Yine de Fluxus’ın sonlanan bir akım olduğu söylenemez. İsmi ve edindiği felsefe gibi oldukça akışkan olan bu sanat anlayışı, hâlen performans sanatında ya da çağdaş sanat eserlerinde karşımıza çıkıyor.
Duchamp’ın kahve değirmeni
Fluxus’ın kurucusu George Maciunas’ı en çok etkileyen isimlerden biri de Dada sanatçısı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası kavramsal sanatın en önemli figürlerinden olan Marcel Duchamp.
Onun alelade bir pisuarı R. Mutt imzası ve Çeşme ismiyle New York Bağımsız Sanatçılar Topluluğu sergisine göndermesi, geleneksel görüşe başkaldırı niteliğindeki en bilinen çalışması.
Fakat biz yine de en baştaki konumuza, dönüp dolaşıp kahveye geri gelelim. Duchamp’ın Çeşme’ye göre daha az bilinen bir eseri daha var ki sanat tarihçileri onu ilk makinist tablo olarak addeder.
Kahve Değirmeni ismini taşıyan bu eser, alışık olduğumuz tarzda çizimlere benzemez. Kahve değirmenini parçalara ayıran Duchamp, öğütme makinesinin tek bir anını değil, aslında bütün hareket olanaklarını gösterir.
Hız değil, olanak; hareket değil, oluş ve kronolojik zamana karşı olayın zamanını keşif…
Donmuş ve hareketin tek bir anında kalakalmış bir gösterimdense Duchamp’ın bu çiziminde bütün olasılıklar söz konusudur. Zamanın harekete tabi olmasının tersine çevrilmesi gibidir.
Zaten kendisinin sanata bakışı da hep bir tersine çevirme mantığı içerir. Yaratım sözcüğünü kullanmaktan imtina ettiğini söyler, sanatçının içsel değerine inanmaz; ona göre bir tablo sanatçı tarafından yapıldığı kadar seyirci tarafından da yapılır.
Sanatçı sadece bir aracıdır, yaratıcı süreçse hem seyirciyi hem de sanatçıyı kapsayan bir özneleşme süreci:
Darbe tamamen yeni bir şeyden, sanat-dışı olandan, sanat-olmayandan gelecektir, asla sanattan değil. Hal böyle olunca birtakım şeyler üretilecektir, nihayetinde sanat sözcüğü etimolojik açıdan ‘yapmak’ demektir; imal etmek bile değil, sadece ‘yapmak.’ Ve bir şey yaptığınız an bir sanatçısınız.
Buradan bakınca sanat-olmayan gibi görülen ne çok şey aslında sanatsal üretime giriyor… Bunun içinse bazen sadece “yapmak” gerekiyor.
Bir kahve değirmeninin tüm olanaklarını görebilmek, bir kahve makinesinin düğmesine basıp bir şeyleri başlatmak, aldığımız her yudumda farklı tat notalarını hissetmeye çalışmak…
Ya da siz bu üç noktayı neyle doldurmayı arzularsanız… Sonuçta Duchamp’a kulak verdiğiniz takdirde bir şey yaptığınız an bir sanatçısınız.
Evet, kahve bile…