Tarih, 22 Ocak 2020. 

Tıpkı zamanın SARS’ı gibi Çin’de ortaya çıkan ve o yılın Ocak ayının başından beri usuldan konuşulmaya başlayan bir salgın, sonunda “küresel acil durum” ilan edildi. 

Virüs çoktan Çin sınırlarını aşmış, insandan insana bulaştığı belirlenmiş, hatta genomu çıkarılmıştı. SARS’ın uzaktan akrabasıydı.  

O günden sonra dünya önceden bildiğimiz yer olmaktan hızla çıkacaktı. Covid-19 pandemisinin ilk iki yılı boyunca yaşananlar, şahsi tarihlerimizde bir parantez açtı. 

Ve geride kendine has, neredeyse küresel bir folklor bıraktı.

Elleşme! 

Tokalaşma, sarılma, öpüşme, elleşme, cimcirme, makas alma… Ne kadar insancıl - sevimli ya da sevimsiz - tensel temas varsa lanetlendi. 

Sanki bin yıllardır altlı üstlü yaşayan bizler değilmişiz, iki ay önce dumanaltı bir kulüpte yüzlerce kişi birbirimize domuz gripli haykırışlar yollamamışız gibi…    

Koca koca siyasiler birbirlerine dirsekleri ve ayakkabıyla selam vermeye başladılar. 

Sabun

Çantada kolonya ve dezenfektan taşımak adet oldu. Eller yetmedi, elmalarımızı, damacanalarımızı hatta sokaklarımızı sabunlamaya başladık.    

Pandemi kendi kokularını üretti: Dezenfektan kokusu, naylon eldiven kokusu, maskeden akseden kendi nefesimizin kokusu.   

Kendi post-apokaliptik sinematografisini de: Ürkütücü boşlukta havalimanları, istasyonlar, sokaklar, çocuk parkları. Dünya biraz nefes alıyor gibiydi; insan cıvıltısından da zırıltısından da eser yoktu.