Sadeliğin ve sıradanlığın içinde, hayat amacıma sıkı sıkı sarılıp, biraz umut, biraz gayret, biraz çaba ile çok da fazla olmayan hayallerimi gerçekleştirip, geçip gidecektim bu dünyadan.

Yani ben böyle planlıyordum hayatımı.

1983, İstanbul doğumluyum. Bıcır bıcır bir kız çocuğu olduğumu ve her şeye erken başladığımı söyler annem. Mesela dokuz aylıkken yürüme ve konuşma çabalarım başlamış, altımdaki bezden kurtulmuşum. Birinci yaş günümde artık desteksiz yürüyor ve bıcır bıcır konuşuyormuşum. Hatta o kadar çok konuşurmuşum ki etrafımdakiler ‘’yeteeeer’’ diye çığlık atarmış. Bu duruma öfkelenir, boğazımdan damarlarım gözükürcesine sesimi yükseltir, kendimi ifade etmeye çalışırmışım. O günden beri yürüyor ve hâlâ konuşmaya devam ediyorum.

Ben İstanbul’da büyüdüm ve hâlâ aşığı olduğum bu şehirde yaşıyorum. Okul hayatım bittikten sonra erkenden iş hayatına atıldım. Kurumsal bir şirkette sigorta temsilciliği yaparken, bu şehri daha çok tanıma fırsatım oldu. İşim gereği çalıştığım şirkete bağlı şubeleri ve o şubelerin çalıştıkları müşterileri de bir bir ziyaret ediyordum.

Bir gün boğazın kıyısında bir yalıda, bir gün Sultangazi’deki bir dükkanda. Bir gün Tahtakale’de bir esnafta, bir gün Florya’daki bir iş merkezinde. Koskoca bir şehri, her türlü yaşam biçimi, kültürü, insanı ile tanımak hem ilgimi çekiyordu, hem beni geliştiriyordu, hem çok zor olsa da keyif veriyordu.

Eşim Hakan’la da bu sayede tanıştım. Sigorta işlerine baktığım şubede, portföy yöneticisiydi. İlk görüşte aşk dedikleri şey olmuş olacak ki tanışıp, nişanlanıp, evlenmemiz bir yıl içinde oldu.

Evlendikten tam bir yıl sonra oğlumuz, Oğuz Arda dünyaya geldi. 

Arda’ya hamileyken dokuz ay boyunca hep çalıştım. Aynı tempo ve aynı koşturmaca beni artık çok yormaya başlasa da son ana kadar çalışmaya karar vermiştim bir kere.

Beylikdüzü’nde oturuyorduk ve benim işyerim Zincirlikuyu’daydı. Her sabah saat altıda başlayan koşturmam, bazı akşamlar saat sekiz, sekiz buçuğa kadar uzuyordu. Artık iş ve işin hedef baskısının stresine vücudum tepki vermeye başlamıştı.  

Doğumdan sadece üç hafta önce izne ayrılıp evde oğlum için hazırlıklar yapmaya başlamıştım. Her şey ona özel olsun, herkesle aynı olmasın istiyordum. Hastane odasının süsü, dağıtılacak ikramlar, yatağı derken her şeyi kendi elimle seçip, annemin desteğiyle hazırladım.  

9 Ocak 2009: Hayatımın merkezinin değiştiği gün

Ve oğlumuz 09.01.2009 tarihinde aramıza geldi. O an itibariyle hayatımın merkezi tamamen değişti. Küçük sayılabilecek bir yaşta anne oldum ben. 25 yaşında anne olmak bence erkendi. Haliyle zorlandım ama hiçbir zorluk onu üç aylıkken evde bırakıp, işe dönmek zorunda olmam kadar ağır gelmemişti.  

Hayat tüm hızıyla akarken, biz de bu hayatın içinde kendi rutinimizi oluşturmuş ‘’sade vatandaş’’ dedikleri tanımın en ‘’sade’’sinde kendi halimizde yaşıyorduk. Ben oğlumu büyütüyordum ama aslında o da beni büyütüyordu. İnanılmaz bir özgüveni olan, daha küçücük olmasına rağmen kendisine hedefler koyan ve o hedeflere ulaşan, onu tanıyan tanımayan herkesi kendisine hayran bırakan bir çocuktu.

Onun annesi olmakla gurur duyar, sürekli “Böyle bir güzelliği ben mi doğurdum” derdim.

Hayranlık sanırım tüm duygularımın çatısını oluşturuyordu. Hâlâ da öyle.

Biz birlikte geçirdiğimiz tam dokuz yıl boyunca, birbirimizden dokuz gün bile ayrılmamıştık. Tüm yaşamım onun rutinine göre planlanmıştı ve o çerçevede de ilerliyordu.

Ta ki o lanet olası güne kadar.  

2017  yılının Haziran ayında Hakan ile boşanma kararı almıştık. Anlaşmalı olduğu için tek celsede boşandık. Evlerimiz ayrı ama birbirine yakındı. Sürekli iletişim halindeydik. Arda hafta içi benimle, hafta sonları babasıyla vakit geçiriyordu. Cuma gidiyorsa cumartesi akşamı dönmüş oluyordu. Başlarda bu duruma uyum sağlayamasa da, süreci psikologlar eşliğinde ve üzerimize düşen görevleri en iyi şekilde üstlenmeye çalışarak normale çekmiştik.

2018 yılının Haziran ayında, okullar kapandıktan sonra oğlum ve annemle tatile gittik. 

Şahane bir hafta geçirdikten sonra, babasını çok özlediği için hafta sonu koşa koşa onun yanına gitti. Ama giderken ‘’Anne, kalmak istemiyorum’’ dedi. Kararını değiştirirse diye çantasına yedek kıyafet koyduğumu, geri gelmek isterse de evde olduğumu söyledim.

Cihangir’de bir tiyatro kursuna devam ediyordu, babasıyla da orada buluşacaktı. Oraya götürdüm. Babası kursun önündeki kafede oturuyordu. Arda’yı öptüm. Yüzüme baktı. Yumruklarını sıktı. Gözünden tek bir damla yaş aktı. Ne olduğunu sorduğumda ise kafasını iki yana salladı. Hakan ‘’Hadi sen git, morali bozuk girmesin derse’’ dedi, ben de yanlarından ayrıldım.

Tek başıma sabaha kadar sebebini bilmediğim bir ağlamanın sonunda, ezan okunurken sızmışım. Uyandığımda telefonumda Hakan’dan gelmiş bir mesaj vardı: Arda’nın trenin içindeki fotoğrafları. Uzunköprü’ye Hakan’ın ailesine gittiklerini anladım. 

Arda treni çok merak ettiği için sabah Halkalı’dan trene binip gideceklerdi. Aynı gün içinde dönmeyi planladıklarını söylemişlerdi. 

Dedikleri gibi de yaptılar. Dönmek için öğleden sonra trene bindiler. Arda dönüş trenine bindiklerinde beni görüntülü aradı. Trenin içini gösterdi. Tren hareket edene kadar konuştuk. 

“Evde seni bekliyorum” dedim ve kapattım. Bir daha da hiç konuşamadım.

SON DAKİKA: Halkalı - Uzunköprü treni devrildi

Sıradan, sıcak bir temmuz günü. Evde öylesine televizyona bakarken ekranda kocaman harflerle ‘’SON DAKİKA’’ diye bir yazı dikkatimi çekti.

‘’Halkalı - Uzunköprü treni devrildi’’ yazıyordu.

Yazıyı kaç defa okudum bilmiyorum. Telefonu elime alıp Hakan’ı aradım. Zaten daha 40 dakika kadar önce yazışıyorduk, açar şimdi telefonu dedim. Açmadı. Daha çok aradım. Açmadı.  

Yük trenidir diye düşündüm ve açıp tüm sefer saatlerini karşılıklı kontrol etmeye başladım. Şiddetle inkar ediyordum onların treni olduğunu.  

Televizyonda “10 ölü ve yaralılar var” yazısını gördükten sonra olay yerine gitmek üzere ailem ve arkadaşlarımla evden uçarcasına çıktım.

Yoldayken yayın yasağı geldi. Ne oldu? Kaç ölü? Ne ölüsü? Nerede oldu? Doğru düzgün bir bilgi yoktu. Ve o gün o yolda benim kendi halindeki sıradan hayatım cehennemime dönüştü.

Olay yerinin oraya belirli bir noktadan sonra gidilemiyor ve zaten kimseyi de almıyorlar. 

Zoraki polisleri ikna edip, arabalarına bindim. Kendi aralarında konuşuyorlar: “Bu araba oraya girmez keşke 4X4 olanı alsaydık” diye, diğeri de diyor ki “Onun için izin almak gerekirdi.”

“Ne izni” diye geçiriyorum içimden. Kıyamet kopmuş ne izni? 

4-5 km yol gittikten sonra, “burası” diyorlar. Ama bundan sonrası yok. Çünkü yol yok diyorlar. Oradaki diğer polisler de “Buraya neden su getirdiniz ki yaşayan kimse yok orada” diyor. 

Duyduğum şeyi reddediyorum. 

“Gidemezsiniz oraya” diyorlar. “Giderim” diyorum. 

Bir traktör geliyor olay yerinden. İçinde ağıt yakanların sesi kulakları yırtıyor. Traktörün römorkuna atlıyorum ve olay yerine doğru kızıl bir gün batımında oğlumu bulacağımı umut ediyorum.  

Çamura batan umutlar

Umutların nasıl yerle bir olduğunu ilk orda öğreniyorum. Devrilmiş bir demir yığını, yerde poşetlerin içine konulmuş cenazeler, arama kurtarma hâlâ devam ediyor. Tanımadığım insanların ellerini kollarını görüyorum, siyah poşetlere konulurken. Deli gibi oradan oraya koşturuyorum. Annem babam gelmiş olay yerine bir şekilde. 

Babam, “Mısra, gidelim buradan” diyor. “Oğlumu almadan gitmem” diyorum. Kocaman bir AFAD görevlisi dikiliyor karşıma, “Kimi arıyorsun?” diyor. “Oğlumu” diyorum. “Tarif et” diyor. Tarif ediyorum üzerindekileri. “Git buradan” diyor. “Hastaneye gelecekler, git.” O sırada bir traktör geliyor ve römorkuna bizim gibi orada olan insanları zorlayarak bindirip olay yerinden uzaklaştırıyorlar.

O sırada bir telefon alıyorum. “Arda ve babası iyiymiş. Şu hastanedelermiş” diyor arayan arkadaşım. “Ah işte” diyorum umut yine parlıyor içimde. Hemen amcasını arıyorum. Şu hastaneye git oradalarmış diye. O sırada traktör çamura saplanıyor. Biz tarlayı yalın ayak koşarak geçmeye çalışıyoruz bata çıka. Hastaneye gideceğiz. Daha biz tarladan çıkmadan amcası arıyor. “Yoklar burada” diyor. O parlayan umut ayaklarımla birlikte çamura yeniden batıyor.

Tüm felaketler o andan sonra bir bir karşımıza çıkıyor.  

Acının ortasına düşmüş olan bedenim tir tir titrerken, bundan sonrasını nasıl yaşayacağımı düşünemiyorum. Tek isteğim ölmek.

Taziye evine yapılan ziyaretler, söylenen sözler bana değil bir cesete söyleniyor sanki.

O dönem Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu. Canan Kaftancıoğlu ve Kemal Kılıçdaroğlu, eşi Selvi Kılıçdaroğlu ile ziyaretime geliyorlar.  “Seni yalnız bırakmayacağız, suçlular ceza alacak” diyorlar.

Suçlular ceza alacak.

Bunu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da söylüyor. Oğlumun dedesi, Hakan’ın babası Necmettin Sel’i arayarak. Necmettin babaya başsağlığı dileyip, “Ben de bir baba, ben de bir dedeyim. Davanın takipçisi olacağım. Sorumlusu olan herkes ceza alacak” diyor.

Ama öyle olmuyor. Sorumlular ceza almıyor. 

6 yıl, 20 duruşma

Biz 6 yıl içinde tam 20 duruşma geçiriyoruz.

İhmaller zincirini, adaletsizlik zinciri de takip ediyor. “Suç, yağan yağmurun” diye bir yalanı öne sürmüş, buna inanmış ve herkes inansın diye de kılıfına uydurmak için her şeyi yapmışlar.  

Mesela olay yerine, olayın olduğu gece, henüz Hakan trenin altından çıkartılamamışken, bilirkişiler getiriliyor helikopterle. Hem de TCDD ve Ulaştırma Bakanlığı ile işbirliği içinde olan bilirkişiler bunlar. 

Bu kişilerin hazırladığı rapora istinaden iddianame hazırlanıyor. İddianamede sadece dört alt düzey memur var. TCDD üst yönetimi, siyasiler, bürokratlar kovuşturmanın dışında bırakılıyor. 

Süreç içerisinde Çorlu Tren Katliamı Aileleri olarak bu bilirkişiler hakkında hem meslek odalarına şikayette hem de savcılığa suç duyurusunda bulunduk. Ama ne meslekten men edildiler ne de haklarında bir dava açıldı.

Ailemde avukatlar var. Teyzem, kuzenim. Davanın her şeyi ile en başından ilgilenmeye başlıyorlar.  

Bana süreci anlatıyorlar; “Mısra sabırlı olacaksın. Çok uzun bir süreç bizi bekliyor.” 

“Tamam” diyorum. Tüm duygularım, düşüncelerim, inançlarım, umutlarım sanki ayaklanmış da nereye konacağını bilmiyormuş gibi. 

Eskiden oğlumu koyduğum hayatımın merkezine şimdi onun için adaletin sağlanmasını koyuyorum. Arda’nın adı yaşasın ve hak ettiği adalet sağlansın diye kendimi ayağa dikmeye çalışıyorum.

Kolay değil. Hem de bugüne dek ailemdeki avukatlardan başka adaletle ilgili tek bir insan görmemişken. Şimdi, savcı, iddianame, bilirkişi, rapor bir sürü yabancı olduğum şeyin içine düşüyorum.

İşi gücü bırakıyorum. Tek yaptığım şey dava ile ilgili her şeyi takip etmek. O güne dek sosyal medyayı doğru düzgün kullanmayan ben, dava ile ilgili en ufak gelişmeyi duyurmak için ve davaya dikkat çekmek için sosyal medyanın içinde yaşamaya başlıyorum.

Davamıza destekler artıyor. Sosyal Haklar Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği de davaya müdahil oluyorlar.  

Mücadele başlıyor. Çorlu Adliyesinin önünde adalet nöbeti tutmaya başlıyoruz her gün. Her gün İstanbul’dan Çorlu’ya gidip, üst yönetimin davanın dışında tutulmasına itiraz ediyoruz.

Sonunda savcı ısrarlarımız üzerine, soruşturmanın genişlemesi amacıyla ayrı bir dosya (tefrik dosyası) açıyor, oraya doğru umudumuzu yöneltiyoruz.  

Yine umutlar yerle bir oluyor. Çünkü bu tefrik dosyası dört yıl boyunca içinde tek bir kalem oynamadan öylece duruyor. Biz de dört yıl boyunca dört alt düzey memurla mahkemeye git gel yapıyoruz.

Vazgeçmek yok.  

Bu dört yıl içinde başıma gelmeyen kalmıyor zaten. Yaşadığım acıyla “Öleyim de oğluma kavuşayım” ya da “Herkes ölsün oğlum geri gelsin” diye isyan ederken, 2019 yılında oğlumu büyüten, her daim yanımda olan annemin acilen bir beyin ameliyatı geçirmesi gerektiğini öğreniyoruz. Apar topar ameliyata alınıyor ve yedi saatlik bir operasyon geçiriyor. Ömrümden ömürler gidiyor yine. Neyse ki ameliyat başarılı geçiyor ve bir aylık hastane sürecinden sonra taburcu oluyor. Tüm bunlar yaşanırken bile oğlumla ilgili hiçbir şeyden vazgeçmiyorum. 

Çorlu’da olayın olduğu yerde bir anıt yapılıyor ve annem hastanedeyken o anıta gidip, Çorlu aileleri ile birbirimize daha da sıkı kenetleniyoruz. Anıtın açılışında bile biz ailelerden çok emniyet görevlilerinin orada olduğunu görüyoruz.

Annem sağlığını biraz toparladıktan sonra oğlumun adını yaşatmak üzere bir çocuk derneği kuruyoruz. Beyoğlu’nda tünelde “Oğuz Arda Sel Çocuk Derneği” oğlumun adını yaşatan, çocuklara umut, mutluluk dağıtan bir yer oluyor.

Hayata tutunmak yine onun sayesinde oluyor.  

Adalet ararken azar, tartaklanma, darp davası ve hayal kırıklıkları

Bu süre zarfında itiraz ettiğimiz bilirkişiler hakkında suç duyurusunda bulunup, basın açıklaması yapıyoruz. Davaya giren her evrakı da bir yandan ezberliyoruz. 

Öyle zamanlar yaşıyorum ki strese bağlı bir bağırsak rahatsızlığım var. Stres arttığında nüksediyor. Nasıl nüksetmesin ki? Derdimizi anlatmaya Meclise gidiyoruz, tüm partilerle tek tek görüşüyoruz.

Kendi Meclisimize bin türlü tedbirlerden geçip giriyoruz, bir de üstüne azar işitiyoruz. Yetmiyor. Araştırma önergesi veriliyor, gözümüzün önünde AKP – MHP sıralarından eller havaya kalkıyor ve “hayır” diyorlar. ç

Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yaparken tam önünde bir basın açıklaması yapmak istediğimiz sırada biz ailelerden çok orada bulunan çevik kuvvetin üzerimize gelmesiyle, tartaklanıyoruz. 

Babam yere düşen gaz kapsülünün nefesini tıkamasıyla nefes alamıyor ve ambulansla hastaneye kaldırılıyor. İtiş kakış içinde açıklamamızı yapıp, başvuru yapmak üzere içeri giriyorum. Başvurumuzu yapıyoruz.

Sonradan eve bir kağıt geliyor. Çevik kuvvet ekibini darp etmekten ben ve birkaç kişi hakkında daha dava açılıyor. 160 cm’lik boyumla, çevik kuvveti nasıl darp ettiğimi anlayamazken, bir de bu kişilerin darp edildiğine dair sağlık raporu aldığını duyduğumda şoka gidiyorum. 

Hastanelik olan benim babam, kolundan tutulup, yola fırlatılan ben. “Sen şov yapıyorsun” diye üstüme yürüyen emniyet müdürünün karşısında duran ben, nasıl suçlu oluyoruz ki?  

Bu arada bizim dört sanıklı dava hiçbir gelişme olmadan devam ediyor. Açılıyor ve kapanıyor.  

Ülkeyi pandemi sarmış, herkes evine çekilmişken, maskelerle görülen duruşmalara gitmeye devam ediyoruz. Ama yine değişen hiçbir şey yok. Tüm bunların stresi ile yine bağırsak rahatsızlığım nüksediyor ve hastaneye yatırılıyorum. Ve bağışıklığımın tamamen düştüğü dönemde covid virüsüne ben de yakalanıyorum. 

Oksijenimin bir gece 68’e düşmesiyle apar topar ambulansla beni zar zor yer buldukları bir hastaneye götürüyorlar. Sonrasını hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde yoğun bakım odasında yatıyordum. Yedi gün entübe kalmış, toplam bir ay hastanede yatmıştım. 

Ölümden döndüğümde düşündüğüm ilk şey, annemin benim ardımdan böyle bir acıya dayanamayacak olduğu, bir de adalet mücadelemin yarıda kalma ihtimali. 

Hayata daha sıkı sarılmam gerektiğini, daha çok işimin olduğunu ve görevlerimin bitmediğini böylelikle daha net göstermiş oldu bana hayat.  

Dibe vurmuş ama yeniden yukarı doğru daha güçlü çıkmaya hazır hissediyordum.

Türkiye tarihinde ilk kez bir ceza davasında kamu çalışanları ceza aldı

Süren davalarımızın birinde, üst yönetimin de mahkeme sürecine katılarak soruşturmanın genişlemesi amacıyla açılan ayrı dava dosyasında, dört yıldan beri kalem oynatmayan savcı hakkında suç duyurusunda bulunduk. 

Mahkeme heyeti bu suç duyurusunu kabul etti. Savcı dosyadan el çektirildi ve dosyaya yeni bilirkişilerin atanmasıyla yazılan yeni iddianamenin önümüze gelmesini bekledik.  

Yeni iddianame hazırdı. Yeni savcı elini biraz daha yukarı çıkartabilmiş, TCDD 1. Bölge Müdürü’ne kadar iddianameye ekleyebilmişti. Ancak yine TCDD üst yönetimi, bürokratlar, siyasiler davaya dahil değildi. Yıllardır dört memur ile devam eden ve “suçlu, yağan yağmur” dedikleri olay artık boyut değiştirmişti. 13 sanıklı bir dosya haline gelmişti.  

Son iki yılda biz o sanıkların “Bilmiyorum”, “Hatırlamıyorum”, “Geçmiş zamandı, aklıma gelmiyor”, “Ben sorumlu değildim” gibi sözlerini aklımızı kaçırmadan sabırla dinledik. Bazen öyle anlar oldu ki, mahkeme başkanı tepkisini kontrol edemeyip, sanıklara laf etti.

Her biri en sonunda ihmallerden tek tek bahsetti. Yapılmayanlardan, eksiklerden… Bunların tüm sorumluluğunun kendilerinde değil üst yönetimde olduğunu da üstü kapalı bir şekilde söylediler.

Ama ne yazık ki bahsettikleri Genel Müdür İsa Apaydın hakkında, “En azından tanık olarak mahkemeye getirilsin” talebimiz de reddedildi.

20. duruşmanın sonunda, Türkiye’de ilk defa bir ceza davasında kamu çalışanlarının hapis cezası aldığını gördük.

Zordu.

Karşımızda çok büyük bir organize kötülük vardı. Koskoca kurumun tüm bu sanıklarla toplantı yapıp, “Aynı ifadeyi verin, üst yönetimden kimseden bahsetmeyin, sizi en iyi avukatlarla savunacağız” teklifini yaptığını mahkemede öğrendik mesela. Bu sözler kulaklarımdan hiç silinmediği gibi mahkeme kayıtlarına da geçti. 

Tutamadığım yasımla üç defa sanık olmak

Davayı takip eden gazetecilere soruşturmalar açıldı, yetmedi, ceza bile verildi. Yine aynı şekilde avukatlarımıza da dava açıldı. Avukatlık yaparken sanık da oldular.

Ben bu altı yıl içinde tutamadığım yasımla, tam üç defa sanık oldum. Birinden ceza aldım. Hâlâ istinafta duruyor dosyam. Diğer davada da savcı ceza almam yönünde mütalaa verdi.

20 Şubat’ta cezam belli olacak.

En başından beri sorumluların ortada olduğu, göz göre göre gelen bir katliamdı Çorlu.

Ne istifa eden vardı ne de görevden alınan. Aksine katliam yaşandığında Ulaştırma Bakanı olan Ahmet Arslan, yeni dönem seçimlerinde Kars milletvekili oldu. Koruma kalkanı altına alındı. Genel Müdür İsa Apaydın ise, Ankara Marşandiz’de yaşanan tren katliamından sonra görevden alındı ama 2023 yılının sonunda yeni şirketi ile, Ulaştırma Bakanlığından aldığı ihaleler ile ihale rekortmeni oldu.

Bu arada tüm ulaştırma bakanları ve İsa Apaydın beni sosyal medyalarından engellediler.

Hiçbir engel, hiçbir dava beni yolumdan alıkoymadı. Çocuğumun geri gelmeyeceğini biliyordum ama bu ülkede başka yaslar tutulmasın diye mücadele veriyordum.

Yerler hep farklı, acılar hep aynı

Üzgünüm. Çok yas tutuldu. Hâlâ tutulmaya devam ediyor.

Bu satırları yazarken tam bir hafta önce yasıma eklenen, Kartalkaya yangın katliamının yası ile çok zor günler geçiriyorum. Ve 50 bininin üzerinde canımızı kaybettiğimiz deprem katliamının yıl dönümüne doğru yaklaşıyoruz.

Yerler hep farklı, acılar hep aynı. Zaman hep değişiyor ama dönem hep aynı dönem. Aynı yönetim.

Bunca acının karşısında bugüne dek istifa edene henüz denk gelmedik. Yargılanan zaten hiç olmadı.  

Acısı olan insanların sabrının taşmasıyla sarfettiği sözler, bu ülkede bir insanın ölümüne sebep olmaktan daha büyük suç. O nedenle sorumlular hep hayatlarına devam ediyor ama biz hak arayanlar ceza alıyoruz.

Bu ülkede adaletin herkese gerekli olacağını her zaman hatırlatıp, adil yargı için mücadele etmeye devam edeceğim.

Biricik oğlum ise, onun adına kurduğum dernekle ve onun hayatını, onun adalet mücadelesini anlattığım Hep 9 Yaşında. Bir Melek Masalı kitabında yaşamaya devam ediyor.

🦉
Fayn, güç sahiplerini denetlemek, bakış açılarımızı genişletmek ve 21. yüzyılın enformasyon karmaşasına direnebilmek için var. Fayn'a sınırsız erişim için ücretli abonelerimiz arasına katılın. Abonelik seçeneklerini inceleyin.
Bağlantı kopyalandı!

Yazan:

Mısra Öz

Mısra Öz

1983’te İstanbul’da doğdum. Halkla İlişkiler mezunu olan bir sigorta portföy yöneticisiydim. Oğuz Arda Sel’in annesiyim. Çokça okur, arada yazar, bazen çizerim. Adalet peşinde bir kadınım.