Daha çok cenazelerde söylediğimiz veya duyduğumuz “mukadderat”ın anlamını bilirsiniz. TDK’nın sözlüğünde “yazgı” diye geçiştirmişler ama daha geniş anlamıyla “ilahi takdir”, “karşılaşılması kaçınılmaz olan” gibi anlamlara geliyor. Kaderciliği tek kelimeyle anlat deseniz “Mukadderat” diyebilirsiniz. Son yılların sık kullanılan sözlerinden “Coğrafya kaderdir” hemen akla geliyor.
Peki coğrafya gerçekten kader midir? Yaşadığımız yerin kurallarına boyun eğmekten başka şansımız yok mudur? Yeni dul kalmış, yaşça ileri bir kadın elalemin diline düşmemek için kaderine razı olup kendini eve mi hapsetmelidir? Bir ikinci bahar şansı yok mudur onun? Ve bu ikinci bahar nasıl gelmelidir?
İşte Mukadderat filmi bu soruların peşine düşüyor.
Kadere karşı ayak direyen bir kadının hikayesi
Bu konuya geleceğiz ama Mukadderat filmi kadınların kadere karşı ayak diremesi gibi, film olarak da sinemamızın bir süredir kapıldığı çerçevelerin de dışına çıkmasıyla ilgimizi çekti.
Bir süredir sinema filmlerimizin iki zıt tarza bölündüğü aşikar. Bir tarafta, diğer tarafın “sıkıcıdır” önyargısıyla etiketlendirdiği ve “sanat sepet filmi” diye özetlediği, yurt dışındaki festivallerde kıymetli ödüllerle ödüllendirilse de yurt içinde gişede hüsran yaşayan “arthouse” sinemamız. Diğer tarafta ise ilk bahsettiğimiz tarafın “sabun köpüğü” olarak gördüğü “ticari” sinemamız.
Bu aslında hemen hemen her ülkede aynıdır ama her başarılı sinema sektöründe bir ara bölge de vardır; hem festivallerde gösterilebilen hem de geniş kitlelere de seslenebilen filmler çıkar ara ara. Bizde de vardı bunlardan, Yeşilçam döneminde de Eşkıya ile başlayan yeni ülke sinemamızda da her iki tarafı da memnun eden birçok film izledik. Derken, isterseniz sebebini toplumsal kutuplaşmada arayın isterseniz sektör dinamiklerinde, bir şekilde sinemamız ortadan ikiye ayrıldı. İlginçtir, bir festival filmi biraz hızlı aksın, biraz eğlenceli olsun festival notu kırılır, tam tersi bir ana akım filmi biraz dertli olsun, karakter gelişimine önem versin, vizyon seyircisi o filme sırtını döner. Tablo böyle olunca da yapımcılar ve sinemacılar bu iki uçtan birini seçer oldu.
Nihayet seyirci dostu bir film!
Mukadderat bu anlamda kaderine karşı çıkan bir film. Çünkü hem bir festival filmi hem de bir ana akım filmi. Bir yandan bir festival filmi gibi karakterlerinin üstünde tek tek özenle duruyor ve kadın meselesi gibi önemli bir konuyu mesele ediniyor kendine. Diğer yandan Ertem Eğilmez filmleri gibi bir ailenin tanıdık çatışmalarıyla ve sonunu merak edeceğiniz bir kurguyla gişeye de oynayabiliyor.
Posterinde bir sürü dizi oyuncusunun kafasının olduğu ana akım filmlerden de, arthouse sinema kodlarıyla hikâyesini gerçek hayattan da daha yavaş anlatan filmlerden de kendini ayırmayı başarıyor. Yani vizyon macerasından sonra Mubi’de de ulusal televizyon kanallarında da gösterilebilecek bir film var karşımızda. En son ne zaman böylesiyle karşılaştık, bilmiyorum, aklıma bir tek Vavien geldi, o da 2009 tarihli, yani üstünden 15 yıl geçmiş.
Film hakkında yazılan tweet’leri okursanız hep bu yönünün öne çıktığını görüyorsunuz. Mesela sinema eleştirmeni Kaya Özkaracalar “Ana akım anlatımı ile dişe dokunur bir anlatıyı bütünleştirmesi açısından övgüye değer” diye yazmış. Yazar Dilek Yılmaz, “Sinemadan ferah bir tebessümle çıkmayı özlemişiz” diye bu özlemimizi dile getirmiş. Sosyal medyada ünlü isimler de genelde filmin ne kadar “seyirci dostu” olduğu üzerinde durmuş. Takipçilerine “Festivallerde ödül almasına bakmayın, siz de seversiniz” der gibiler, ki bu da çok anlaşılır. Tuhaf bir ironiyle ortalama seyirci epeydir festivallerde ödül alan filmlere önyargılı.
Tabii filmin derinliğini de atlamak mümkün değil. Mukadderat, final jeneriğinde filmin emekçi kadınlara adandığını yazacak ve Anadolu’da çalışan kadınların görüntülerini jeneriğe ekleyecek kadar mesajını önemseyen bir film. Sadece önemsemekle kalmayıp bunu tüm yönleriyle çok da iyi aktaran bir film. Fragmanı izleyip hikâyenin “Eşi öldükten hemen sonra evlenmek isteyen dul yaşlı kadın”dan ibaret olduğunu düşünürseniz yanılırsınız.
Filmin ilk yarısı Sultan’ın önce gerçekten ne istediğini anlamasıyla geçiyor. Hemen hayatını ve yatağını paylaşacak bir koca istediğini düşünüyor ve harıl harıl onu arıyor. Nur Sürer’in oyunculuğuyla Sultan karakterinin içten içe yaşadığı drama da, bu arayışıyla feodal geleneklerin yaşadığı Kastamonu’da yol açtığı komediye de aynı anda tanıklık ediyorsunuz. Fakat, “sürpriz” bir karakterin sözlerinin de etkisiyle Sultan aslında hayatın anlamının bir kocadan ibaret olmadığını fark ediyor. Ve buradan itibaren daha gerçek bir mücadeleye adım atıyor.
Kastamonu faktörü
Mukadderat sinemamızdaki bir başka boşluğu da dolduruyor. Genelde biliyorsunuz, ana akım filmlerimiz İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerimizde geçiyor. Sanat sinemamız ise taşrayı mesken tutmuş durumda. O zaman da ülke içinde çok gezen biri değilseniz n’oluyor? Filmlerden dolayı Amerika’nın, Avrupa’nın birçok az bilinen şehrini tanısak da bizzat kendi ülkemizin şehirlerini tanımıyor oluyoruz. Mukadderat, bizi ismen bildiğimiz ama hiç bilmediğimiz Kastamonu’ya götürüyor. Öyle köyüne, kasabasına da değil, büyükçe ilçesi Cide’ye kamerasını tutuyor.
Filmin baş senaristi Erdi Işık, Mukadderat’ı yazarken Cide’nin ilk pansiyoncularından olan, annesi Zeynep Işık’ın hikayesinden yola çıkmış. Büyük dizi ve film şirketlerinde drama yöneticisi olarak çalışan Erdi Işık aslında ödüllü bir tiyatro yazarı. Düğün Şarkıcısı, Dali’nin Kadınları, Hipokrat gibi oyunları çok konuşulmuştu. Kendisi çok kısa bir sürede ses getiren dört filme de imza attı, Altın Portakal’da gösterilen LCV, Altın Koza’da gösterilen On Saniye ve Netflix’te yayımlanan Kül. İlk ikisi sahnelenmiş oyunlarından sinemaya uyarlanan filmlerdi.
Mukadderat, sinemanın avantajlarıyla birlikte Işık’ın kaleminin çok karakterli, çok mekanlı bir yapıda da çalıştığını gösteriyor. Kastamonu’yu sadece mekan olarak değil, karakterlerin kendilerine has deyişleriyle ve davranışlarıyla da izliyoruz. Işık’ın yazdığı her filmde, yazımızın başında bahsettiğimiz dengeyi görebiliyoruz, meselesini unutmuyor, karakterlerinin hakkını veriyor, diğer yandan da olay örgüsünü ve merak duygusunu da seyirci için hep canlı kılıyor. Onun gibi genç kalemlerle sinemamızda yeni bir dönem başlayabilir.
Gişede durum ne?
Peki Mukadderat’ın gişe karnesi nasıl?
Kurduğu bu nefis dengeye, aldığı ödüllere ve övgülere rağmen şimdilik beklenen ölçünün uzağında. 140 salonda başlayan film, bir buçuk haftada 28 bin kişiye ulaşmış. Bir süredir genel gişe rakamları düşük seviyelerde ve listelerde animasyon filmlerin ve “ful komedi”lerin hakimiyeti fark ediliyor. Mukadderat da anlaşılan Vavien gibi seyircinin geç keşfettiği bir film olacak.
Tabii tam da bu noktada Mukadderat’ın mesajını vurguladığı gibi komedisini vurgulamadığını söylemek gerek. Kahkaha tufanlarına yol açabilecek replikler veya durumlar sanki bilerek daha usulca, “sesli güldürmeyen” ama “içten içe” güldürecek bir tavırla sunulmuş gibi. Başroller komedinin dışında tutulmuş da, Nevzat’ın kahvesindeki dedikoducu amca gibi yan karakterlerle güldürmek hedeflenmiş gibi geldi bana. Tabii bu benim sübjektif deneyimim de olabilir, ekibin de konuk olduğu Kadıköy Sineması gösteriminde epey kahkaha koptu çünkü.
Diğer yandan, bizim ana akım seyirci televizyon dizilerindeki ve siyasetle düşmanlaştırılmış toplumsal iklimimizdeki “sert çatışma”lara o kadar alıştı ki Mukadderat’ın İtalyan filmlerini anımsatan romantik dünyası fazla pembe de gelmiş olabilir. Ancak bu tarz, bize farklı fikirdeki insanların uzlaşabileceğini, barışabileceğini hatırlatan iyimser filmler çekildikçe bu filmlerin söylediğini duyabiliriz belki.
Elalem ne derse desin!
Sultan’ın en baştaki koca arayışında da sonraki iş arayışı ve iş yapışındaki farklılıklarda da hep aynı cümleyle karşılaşması çok manidar: “Elalem ne der”? Kadın ne yaparsa yapsın, o elalemin Kastamonu’da da, İstanbul’da da, Ankara’da da bir diyeceği elbette olur. Kadın ne istediğini yapabilir, ne istediğini giyebilir, ne istediği aracı sürebilir… Kıçını kırıp evde temizlik ve üç öğün yemek yapmadıkça o elalem bir türlü susmaz. Kadın da bir noktada karakterini, hayallerini kaybeder, kim olduğunu unutur.
Sultan’ın mücadelesi Anadolu’da karakterini kaybetmek istemeyen her kadının hikayesine ayna tutuyor. Aynı zamanda kadınların da önünde engel olan her erkeğe de “busunuz işte” demeyi başarıyor. Erkekleri de feodal ezberlerinden kopararak, onların kabullenişinde bir umut görmemizi istiyor.
En başta “koca arayan” Sultan, hayatındaki asıl rolünü bulunca ona biçilen kaderi değişiyor. Bir süper kahraman edasıyla bandanasını yüzüne takıyor, üç tekerli pikabına atlayıp rüzgara doğru saçlarını savuruyor. Arkasından da Anadolu’nun diğer emekçi kadınları geliyor. Şimdi mukadderat düşünsün!