Burada uzun uzadıya rakamlar döküp, “Rafael Nadal şunu kazandı, bunu başardı” yazacak değilim. Ezberlerimizi tekrarlayıp, tarihin gördüğü en büyük tenisçi miydi, değil miydi teranesine dalmaya da niyetim yok. Sadece bir iki hatırlatma yapmakla yetineceğim ve bu da meramımı anlatmaya yeterli olacaktır.
6 Temmuz 2008 sabahına Londra’ya 40 dakika mesafedeki bir güney semtinde uyandım. O gün, bulunduğum şehirde tenis tarihinin en büyük maçının oynanacağını hissediyordum ben de herkes gibi. İlk kez geldiğim Wimbledon’da Tenis Dünyası dergisinin editörü olarak akreditasyonum son dört günü kapsamadığı için maça ancak kendi imkanlarımla girebilirdim. Ve ne yazık ki biletim yoktu. Dolayısıyla Wimbledon’da olsam bile bu tarihi ana dışarıda dev ekrandan tanıklık edecektim, Merkez Kort’ta değil.
Turnuvaya beraber geldiğim yayıncımla (Bülent Gürkan) sabahleyin yağmuru görünce ikirciklendik. Gitsek mi, gitmesek mi derken, Bülent “Bu hava imkanı yok açmaz abi. Çamura batmaya gerek yok.” dedi ve benim de aklıma yattı. Evde kurulup, BBC’nin mis gibi yayınını açıp izlemeye başladık.