Kökleri 10. yüzyıla dayanan, Budist keşişlere ait bir seromonisi olan “matcha” çayı, popüler kültürün ve influencer’ların eline düştü.

Japonya’dan dünyaya yayılan bu içecek, zamanın avokadosu gibi, Batı dünyasında patlama yapmış durumda. İçinde bulundurduğu kafein sayesinde, yeni bir kahve alternatifi olarak pazarlanıyor. 

Matcha çayının faydaları da yok değil: Antioksidan özelliği bulunuyor ve tansiyonu dengeliyor. 

Tadı ise bir başka tartışma konusu. Bazıları bu bitkisel ve topraksı tadı seviyor, kimileri ise matcha içmeyi çimen ya da çamur içmeye benzetiyor. Bu çayı farklı tatlarla harmanlayarak içilebilir kılmak da mümkün.

Çilekli, yaban mersinli ya da vanilyalı aromalar, doğal ya da yapay tatlandırıcılar ile matcha’nın bin bir çeşit varyasyonu var. 

İstanbul’un pahalı semtlerinde açılan matcha kafeler ile de bu içecek belirli bir ekonomik sınıfın hegemonyasında gibi duruyor. Peki aslında matcha neydi ve nasıl bu hale geldi?

Kısa bir matcha tarihi

Matcha, taşla toz haline getirilen yeşil çay yapraklarından elde edilen bir ürün.

Matcha’nın kökleri 7 ile 10. yüzyılda Çin’e hükmeden Tang hanedanına dayanıyor. Sonrasında, 10 ve 13. yüzyılda hüküm süren Song hanedanı ile matcha çayı iyice yaygınlaşıyor. 

Bu dönemde Çin’de Budizm öğrenmek üzere bulunan Japon keşiş Eisai, matcha’yı alıyor ve 1191’de ülkesine götürüyor. Getirdiği matcha tohumları ve demleme reçetesi ile diğer keşiş arkadaşlarına bu çayı tanıtıyor. 

Eisai, getirdiği sınırlı sayıdaki tohumları Kyoto’da bir tapınağın bahçesine gömüyor. Japonya’da henüz üretimi sınırlı olan bu çay, bir statü göstergesi haline geliyor. 

Eisai’nin keşiş arkadaşları “bu iş böyle olmayacak” diyerek matcha’yı daha kolay yetiştirmek için bir metod geliştiriyor. Bu yöntemle matcha’nın faydalarını da maksimuma çıkarıyorlar. 

Budistler artık yaygınlaşan matcha çayını, uzun saatler sürecek meditasyon öncesi içiyorlar. 1500’lerde Zen Budistlerin bu seremonisi, Japon kültürüne yerleşecek bir gelenek olmanın ilk temellerini oluşturuyor.