Depremin yaralarını yalnızca inşaat furyası başlatarak değil, insanı, kent dokusunu, mekânı ve toplumu gözeten bütüncül bir yaklaşımla sarmak gerekiyor. 

Aralarında Emre Arolat, Murat Tabanlıoğlu, Ece Ceylan Baba, İlhan Tekeli, Mithat Rende ve Levent Erden gibi Türkiye’nin dünyaca tanınmış mimar, şehir ve bölge planlama uzmanlarının, sosyolog, psikolog ve arkeologlarının, bürokrasi, hukuk, iletişim, televizyon ve yayıncılık dünyasından isimlerin, kanaat önderlerinin gönüllülük esasıyla bir araya gelerek kurduğu Ortak Akıl-Antakya Platformu da bu amaç için mücadele ediyor. 

Platform, depremin üzerinden geçen iki yılda Antakya'nın yeniden inşası için kapsamlı ve disiplinler arası bir rehber hazırladı: Antakya İçin Toplam İyileşme kitabı. 

Kitapta hafıza, kamu, toplum, ekonomi, ulaşım, ekoloji, mekân, miras ve stratejik iyileşme başlıkları ele alınıyor. Her bölümde, alanında uzman isimler ve akademisyenler, öncelikle Türkiye ve dünyada yaşanan emsal süreçleri inceliyor, ardından da bu süreçleri Türkiye koşulları içerisinde ele aldıkları bir yaklaşım geliştiriyor. Çözüm odaklı önermelerde de bulunuyor. 

Türkiye İş Bankası’nın katkılarıyla, mimar Şerif Süveydan’ın editörlüğünde hazırlanan kitap, depremin yıldönümü olan 6 Şubat 2025 tarihi itibariyle Ortak Akıl-Antakya web sitesinden açık kaynak olarak yayımlanıyor. 

Süveydan, Fayn’a Antakya için toplam iyileşme kitabını yazdı. 

1872 

6 Şubat 2023’ten önce Antakya’yı yerle bir eden son büyük deprem 22 Mart 1872’de olmuştu. Bu afetin sonuçlarına dair bize ulaşan nadir kayıtlardan biri Antakya Piyer ve Paul Ortodoks Kilisesi’nin görevlisi Cercis Keleş’e ait. Keleş hasarın kapsamını tarif ederken Antakya’daki evlerin 1/3’ünün yerle bir olduğunu, 1/3’ünün oturulmaz hale geldiğini, 1/3’ünün ise çökebilecek durumda olduğunu not etmiş. Farklı kaynaklarda 20-25 bin arasında nüfusu olduğu söylenen şehirde can kaybının 600 ila 1000 kişi arasında olduğu belirtiliyor. Kayıtlar dikkate alınırsa yaşanan afetin etkisi yaklaşık olarak 6 Şubat’ta yaşananın bir benzeri olmalı.

Bu bilgiyi aklımızın bir köşesinde tutalım ve 60 yıl sonrasına gidelim.

1932-39 arasında Princeton Üniversitesi öncülüğündeki bir kazı ekibi Antakya ve yöresinde Indiana Jones’u hatırlatan bir maceraya soyunmuştu. Kendi içinde oldukça tuhaf ve ilgi çekici hikayeler barındıran bu arkeolojik kazı serüveni Antakya için pek çok açıdan önemlidir. Ancak bu serüvende şimdilik bizi ilgilendiren, arkalarında bıraktıkları yüzlerce fotoğraf ve onlarca filmden oluşan geniş görsel arşiv. Bugün artık açık kaynak olarak paylaşılan fotoğraflar şehrin o dönemini de belgeliyor. Fotoğraflara yansıyan şehir panoramaları, sokak manzaraları, sabunhaneler, çiftlikler bugün bizim için bir masal ülkesi kadar uzak. 

Fotoğraflardan gördüğümüz kadarıyla Antakyalılar 60 yılda yaşadıkları korkunç afetin izlerini silmekle kalmamış, sokaklarında merakla dolaşacağınız bir şehri yeniden var etmeyi başarmıştı. 

Peki ama bu nasıl başarılmıştı? 

Yıkılan bina sayısı azdı denebilir, ama ona bakarsak inşa edecek insan da azdı. Üstelik bugün sahip olduğumuz vinç, kamyon, buldozer gibi araçlar o zaman yoktu, hatta şehirde elektrik şebekesi bile yoktu. Malzeme son derece kısıtlı ve iktisadi faaliyet de bugünle kıyaslanamayacak kadar dardı. Teknik bilgi açısından bakarsak, şehirde belki de mektepli mühendis ve mimar da yoktu. Şehir plancısı zaten olamazdı, zira o tarihlerde böyle bir mesleğin tanımı dahi yapılmamıştı. Peki ama o “yokluk” içinde Antakya nasıl kendini yeniden var edebilmişti?

2023

Depremin üzerinden neredeyse iki yıl geçti. Şehirde altyapı hizmetleri ağır aksak sağlanabiliyor, elektrik kesintileri artık neredeyse kanıksanmış durumda, yol ağı ve şehrin altyapı şebekesi işlemiyor. 

Bütün yetkileri kendisinde toplamış olan merkezi idare ise soluksuz bir konut üretimine girişmiş. Şehrin uzağındaki yamaçlarda kimin nasıl yaşayacağı meçhul deprem siteleri inşa ediliyor, dağlarda taş ocaklarının açtığı derin yaralar belirsiz. Şehrin merkezini devasa bir şantiye sahasına çeviren ve göründüğü kadarıyla çok uzun sürecek dizginsiz konut üretiminin sonuçları da meçhul. Bakanlığın ve belediyenin altyapıyı yeniden ayağa kaldırmak gibi bir önceliği olmadığı, kaynakların büyük kısmının devasa boyutlardaki bir gayrimenkul operasyonunun yürütülmesi için harcandığı anlaşılıyor. 

Bu süreçte yerel idareler yan rollerde. Merkezi idare ise bu operasyonun baş aktörü konumunda. Hiçbir siyasi sorumluluğu olmayan bürokratların halkın rızasını sağlamaya yönelik resmî bağlayıcılığı olmayan sözleri kulaktan kulağa yayılıyor, ancak şehrin nasıl bir yönde ve nereye doğru sürüklendiği Antakyalılar açısından hâlâ belirsiz. Şehirliler ise sahnenin dışında, bazen figüran rolünde, deprem konutlarının kura çekiminde rol alabiliyor.

Afet konutları

Biraz geri çekilip sakince düşündüğümüzde 1872 sonrasıyla 2023 sonrası arasında radikal bir fark olduğu açık. Bu fark, neyi neden yapamadığımızı anlamak açısından da önemli görünüyor. 

Bütün gözler TOKİ ve diğer kurumların teslim ettiği deprem konutlarının sayılarına odaklanmış. Ancak hak sahiplerine teslim edilen konut sayısı ne kadar önemli? Tam da bu noktada radikal görünen bir soruyu cesaretle sormak gerekiyor: Bugünkü koşullarda devlet afet konutu yapmalı mı?

Yakın tarihe bakılırsa 1960’ların sonlarından başlayarak devlet afetlerde zarar gören yurttaşlar için uygun geri ödeme koşullarıyla konut ve işyeri yapmayı bir politika olarak belirlemiş. O dönemde ülkenin şehirleşme seviyesi, çeperlerdeki geniş kamu arazileri ve zamanın siyasi iklimi düşünüldüğünde bunun iyi niyetle başlanmış bir politika olduğunu teslim etmek gerek. Fakat 1990’lara gelindiğinde ülkenin şehirleşme seviyesi, inşaat sektörünün girdiği yeni rota manzarayı da değiştirmişti. Özellikle '99 Marmara depremlerinden sonra olağanüstü kaynak aktarımıyla inşa edilen deprem siteleri niteliksiz bir şehirleşmenin kırsal alana ve çeperlere yayılması ve gayriresmî bir piyasanın ortaya çıkmasına neden olmuştu. Ancak bu vahim sonuçların radikal bir sorgulaması da yapılmıyordu. Arada duyulan muhalif sesler frene basıp farklı bir politika üzerine düşünmek yerine direksiyonda kimin olduğunu sorguluyordu daha çok. 

2011 Van, 2020 Elazığ ve İzmir depremlerinin ardından inşa edilen afet konutlarının verimliliği, sorunlara ne ölçüde çare olduğu sorusu da çok az tartışılabildi. Üstelik artık afet riski de merkezi idarenin elini güçlendiren bir politika aracı haline gelmişti. Ülkenin konut ve imar politikasının sorunlarının çaresi verimsiz bir afet politikasında aranıyordu. 2012’de kabul edilen “Kentsel Dönüşüm Yasası” merkezi idareye sınırları giderek genişleyen ve sorgulanması güç bir müdahale imkanı sağlamıştı. Ortada olağanüstü verimsiz ve somut sonuçları açısından işlevsiz olduğu açık bir “üretim” vardı. 

6 Şubat 2023 belki de bu politikanın sorgulanması için bir milat olabilirdi. Ancak hiç öyle olmadı. Tam aksine deprem gaz pedalını köklemenin bir gerekçesi olarak sunuldu. Bugün 11 ilde onlarca şantiyede devasa kaynakların tahsis edildiği bir gayrimenkul operasyonu tam gaz uygulamaya konmuş durumda. 

Bugün merkezi idareye karşı yöneltilecek asıl radikal itiraz “neden konutları söz verilen zamanda teslim etmediği” değil bence. Aksine devletin afet konutu yapmaktan vazgeçmesi, bunun yerine şehirlerin çökmüş altyapısının ayağa kaldırılması, kamusal alanların düzenlenmesi için aşamalı bir stratejiyi ortaya koyması, afetzedeleri bu yol haritasının parçası olmaya davet etmesi, yerleşim alanlarında müdahale ölçeğini dikkatle belirlemesi, girişimlere teknik destek ve kaynak sağlaması gerektiğini söylemek çok daha radikal bir tutum olsa gerek.

Bir kez olsun farklı bir yol denesek 

Depremin ardından şehirlerin yeniden ayağa kaldırılması sürecinde kamunun rolü için pek çok tarif yapmak mümkün. Ancak temelde iki ana hattın var olduğunu görürüz. Birinci hatta, şehirlilere maddi ve teknik imkân sağlamak ve kendileri için neyi iyi görüyorlarsa onu yapabilecekleri şekilde seçeneklerini artırma ihtimali bulunuyor. İkinci hatta ise onlar adına neyin iyi olduğunu onlardan daha iyi bildiğimiz iddiasıyla elimizdeki imkanları merkezi bir güç tekeline tahsis ederek şehirlilerin ev ve işyerlerini onların yerine yapmak var. Biraz geri çekilip düşündüğümüzde problem bu ölçüde basittir, taraflar da bu kadar nettir. 

Biz, Ortak Akıl Antakya Platformu olarak birinci hatta yer alıyoruz. Ve bu tercih, masa başında üretilmiş bir varsayıma değil geçmiş tecrübelerimizin bize açıkça gösterdiği somut bir hakikate dayanıyor. Merkezi karar ve müdahale tekelini tahkim ettiğimiz her defasında sonuç hüsran oldu. Güç tekeline ne kadar akıl ve teknik beceri yüklersek yükleyelim sonucun muhteşem başarısızlığını değiştiremedik. Bir defa da müdahale imkanlarını doğrudan halka tahsis etmeyi denesek? Ona yeterli teknik destek ve hareket imkânı bulabileceği bir çerçeve sunsak?

Depremin ikinci yıldönümde platformun toplumla paylaştığı Antakya İçin Toplam İyileşme kitabı bu yönde bir ilk adım olarak görülebilir. Şehirlerin geleceğine yön verecek stratejilerin hazırlanması, kuşkusuz, öncelikle devlet kurumlarının sorumluluk alanına girer. Bu kapsamdaki bir çalışmanın kamu idaresi tarafından üretilmesi, üretim sürecinin her aşamasında kamu kurumlarının topluma açtığı serbest bir zeminde tartışılması, müzakere edilmesi ve benimsenmesi gerekir. Ortak Akıl-Antakya Platformu’nun sorumluluğu, kamu idaresine bu asli vazifesini hatırlatmak ve bu talebin kamuoyunca canlı tutulmasını sağlamak olabilir. Bir süredir sahadaki yoğun konut üretim süreci nedeniyle gündemde çok gerilere düşmüş olan kamunun asli görevleri yeniden tartışılabilir hale gelirse, kitap öncelikli hedefine ulaşmış olacaktır.

📖
Fayn, güç sahiplerini denetlemek, bakış açılarımızı genişletmek ve 21. yüzyılın enformasyon karmaşasına direnebilmek için var. Fayn'a sınırsız erişim için ücretli abonelerimiz arasına katılın. Abonelik seçeneklerini inceleyin.
Bağlantı kopyalandı!

Yazan:

Şerif Süveydan

Şerif Süveydan

1975 yılında Antakya’da doğdu. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden mezun oldu. Meslek hayatına İstanbul’da devam ediyor. Ortak Akıl-Antakya Platformu’nun üyesidir.