“İşte Olimpiyatlar bu” diyorum kendi kendime, açılış töreninden dört gün önce öğle saatlerinde Paris’in göbeğindeki Gare du Nord’a vardığımda.
Benimle aynı Eurostar treniyle Londra’dan gelen, aralarında tenis efsanesi Andy Murray’nin de bulunduğu Britanyalı sporcular mı istersiniz, benim gibi akredite görevlilere yön gösteren gönüllüler mi yoksa garın her tarafından sarkan Paris 2024 temalı afişler mi?
Tam bir Olimpiyat öncesi curcuna var tren garında.
Zaten bu koca metropolün en yoğun ulaşım noktalarından birine vardığımız için bu curcunaya hiç şaşırmıyorum. Üstelik iki saat yirmi dakika süren Londra-Paris seferinde yanıma 2016 Paralimpik şampiyonu eski bisikletçi ve triatlet Louis Rolfe düşmüş.
Onunla yol boyunca spor ve Olimpiyatlar sohbeti yapmışız.
Bir spor yazarı daha başka ne ister?
Paris 2024’ün havasına iyice giriyorum.
Bundan sonraki birkaç saatim Batı Paris’teki Kongre Sarayı’na kurulmuş Ana Basın Merkezi’ne (MPC) gidip akreditasyon ve ulaşım kartlarımı almak, orada benim gibi birkaç gün önceden şehrin yolunu tutmuş meslektaşlarla hasbihal etmek ve bol bol merdiven inip çıkarak St. Germain-des-Prés taraflarındaki küçük daireme yerleşmekle geçiyor.
Bunlarla uğraşırken Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Elysée Sarayı’nda dünya medyasına verdiği davete yetişemiyorum.
Bir günde değişen ortam
Bu ilk günkü koşuşturmayı Olimpiyatlar havasına yoruyorum ve ertesi sabah öyle çıkıyorum evden. Veee bambaşka bir manzarayla karşılaşıyorum.
Öncelikle Paris boş! Hatta boş değil, bildiğiniz bomboş! O tren garında, basın merkezinde gördüğüm kalabalık beni yanıltmış. Caddelerde ve sokaklarda araç yok!
St. Germain-des-Prés bölgesinde kaldırımlar da boş. Doğrudur, Paris’e uzun yıllardır ayak basmadım ama yaz ortasında da olsak bu kadar az kişiyle karşılaşmak, trafik ışıklarına riayet etmeden St. Germain Bulvarı’nda karşıdan karşıya geçmek buraya gelmeden evvel beklediğim şeyler değildi.