19 Mart'ta beklenmedik şekilde başlayan, her geçen gün karmaşıklaşan ve bilinmezlerin çok olduğu süreçte, olanı biteni anlamak için siyaset bilimcilerle konuşuyoruz. Prof. Dr. Evren Balta da Türkiye’nin bu alandaki en rasyonel akademisyenlerinden biri…
Hem iç politikayı hem dış politikayı çok yakından takip eden, pek çok ufuk açan kitabın yazarı Evren Balta halen Harvard Üniversitesi Weatherhead Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde “misafir öğretim üyesi” olarak görev yapıyor.
Balta'nın 21 Nisan’da T24’te yayımlanan yazısında, “İçinde bulunduğumuz bu yeni süreç —sınırları ne kadar dar tanımlanmış olursa olsun— Türkiye’nin demokrasi yönüne yeniden dümen kırması için önemli bir momenti temsil ediyor,” cümlesi dikkat çekiciydi. Biz de hem 19 Mart sonrasına dair görüşlerini öğrenmek hem de bu momentumun ne yönde olacağını anlamak için Prof. Dr. Evren Balta’nın kapısını çaldık.
19 Mart'la başlayan süreci nasıl görüyorsunuz?
19 Mart’ın belki de en sarsıcı etkisi, muhalif seçmen açısından seçimle iktidarın değişebileceğine dair umuda yönelikti. Muhalefetin en güçlü adayının aynı anda hem diplomasının iptali, hem yolsuzluk hem de terör suçlamalarıyla tutuklanması, artık Türkiye’de anlamlı bir seçim yapılamayacağı korkusunu derinleştirdi. Burada seçimlerin tamamen iptal edilmesinden değil, zaten son derece asimetrik olan yarışın artık tamamen anlamsız hale gelmesinden söz ediyorum. Türkiye’de demokrasi özellikle son 10 yılda neredeyse tamamen sandık ve seçimlere indirgenmiş durumda. Muhalefet ile iktidar arasındaki toplumsal kontrat da bu zeminde kurulmuş görünüyor: “Seçimi kazanan yönetir.” Türkiye son derece kutuplaşmış bir toplum ve bu “sandık kontratı” belki de bu kutuplaşmış toplumu bir arada tutan son ortak payda hâline gelmişti.
Tam da bu nedenle İmamoğlu’nun tutuklanması, muhalefetin kendisinin bile öngörmediği bir toplumsal hareketliliğe yol açtı. Bu tür kırılma anlarının en çarpıcı özelliği, hiçbir aktörün tam olarak planlamadığı, arzu etmediği ya da kontrol edemediği dönüşümlere kapı aralayabilmesidir. Siyasetin yeniden yazılabildiği, dengelerin sarsıldığı eşik anlarıdır bunlar.
CHP, zaten son kurultayı ve 2024 yerel seçimlerinin ardından belirgin bir başkalaşım sürecine girmişti. Ancak İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla birlikte bu dönüşüm yeni bir ivme kazandı. Parti sadece kurumsal olarak değil, tabanla kurduğu ilişki biçimi açısından da farklı bir noktaya evriliyor. Tepkisel siyasetin ötesine geçerek, daha geniş toplumsal kesimlerle muhataplık ilişkisi kuran bir aktöre dönüşüyor. Tabii ana mesele o muhataplık ilişkisinin bir adiyet ve sahici temsile dönüşüp dönüşmeyeceği ya da bu durumun kalıcı olup olmayacağı.
CHP günlerce Saraçhane’de binlerce insanın toplanması sürecini yürüttü. Şimdi ilçe mitingleri yapılıyor. Gazze için iktidarın bu konudaki kafa karıştırıcı pozisyonuna da dikkat çeken bir miting girişimi oldu. Ve AKP’nin kalelerinden Yozgat’ta bir miting düzenlendi. CHP’nin performansını nasıl buluyorsunuz?
Ruşen Çakır'ın “Çok uzun yıllar sonra aslında CHP'li olmak gurur duyabileceğiniz bir şeye ve farklı kuşakları bir araya getiren bir kimlik haline dönüştü” tespiti çok isabetli. Özellikle gençliğin CHP'yle mesafesi çok yüksekti. Sadece CHP ile değil siyasetle mesafesi çok yüksekti. Anadolu’nun iç kesimlerinin, düşük ücretlilerin, çiftçilerin CHP ile mesafesi yüksekti. 19 Mart sonrasında yaşanan en önemli dönüşümlerden biri, 2023 seçimlerinden sonra sıkça atıf yapılan “seçmenin siyasetten soğuması” halinin tersine dönmesiydi. Bu dönemde, siyasal alanı genişletmeye çalışan yeni bir toplumsal enerji ortaya çıktı. Bu enerji, sadece protesto biçiminde değil, aynı zamanda gündelik hayatın içinden gelen mikro-politik taleplerle kendini gösterdi. Bu sürecin dikkat çekici yanlarından biri de CHP'nin bu yaygınlaşan sivil-siyasal enerjiyi fark etmesi ve ona kurumsal karşılık üretmesiydi.
Örneğin, Özgür Özel’in boykot çağrısı, aslında üniversiteli gençler ve öğrenciler tarafından başlatılmış bir inisiyatifin CHP tarafından sahiplenilmesiydi. Ya da Yozgatlı bir çiftçinin sloganı CHP’nin ana sloganı haline geldi. Bu tür örnekler, CHP'nin yalnızca tepki veren değil, aynı zamanda toplumsal talepleri kurumsallaştıran, onları görünür kılan ve çoğu zaman da genişleten bir siyasal aktöre dönüşmekte olduğunu gösteriyor. Bu durumu aşağıdan gelen siyasal enerjinin yukarıda temsil edilme kapasitesinin artması olarak okuyorum ben.
CHP’nin bu süreçte üstlendiği rol, klasik kurumsal bir parti olmaktan çıkıp, çoğulcu ve dinamik bir araç-parti haline gelmesine işaret ediyor. Yani artık sadece kendi ideolojik çizgisini ve programını toplumun önüne koyan bir temsilci parti değil, toplumun farklı kesimlerinden gelen talepleri toplayıp, filtreleyip, siyasal alana taşıyan bir kanal. Bu pozisyonunu sürdürüp sürderemeyeceği Türkiye siyasetinin ve Türkiye’nin geleceği açısından çok önemli olacak.
Peki CHP bunu nasıl başardı?
Bunda Kemal Kılıçdaroğlu'ndan sonra Kongre'yle birlikte Özgür Özel liderliğine geçişin, CHP'deki liderliğin kuşak değişiminin etkisi var. Ama bence CHP açısından bir başka önemli etken daha var. Kongre iptali davası, partiye kayyum atanacağı iddiaları, İmamoğlu’nun tutuklanması, belediye başkanlarının hedef alınması gibi gelişmeler CHP’yi kurumsal varlığı tehdit altına giren bir parti hâline getirdi. Bu durum, parti açısından klasik bir muhalefet pratiğinin ötesine geçilmesini zorunlu kıldı. Aslında bu noktada CHP bir varoluşsal eşikle karşı karşıya kaldı: Ya mücadele edecek, tüm kaynakları ve örgütsel esnekliğiyle direnç gösterecek ya da rejimin kurumsallığı içinde etkisizleştirilerek tasfiye olacaktı. AKP ve iktidar blokunun hesaplayamadığı şey de belki buydu: CHP’nin siyaset sahnesinde kalabilmesi için artık yalnızca seçim kazanmak değil, demokratik bir alanı yeniden tarif etmek zorunluluktu. Türkiye siyasetinde varlığını sürdürebilmesinin yegane yolu buydu. Tam da bunu yaptı. Ama başta söylediğim şeye dönersem, CHP siyasetindeki kuşak ve liderlik değişiminin bunu yapabilmesinde etkili olduğunu düşünüyorum.
Adalet ve Kalkınma Partisi bu toplumsal hareketlilik olasılığını görmedi, bu olasılığı hesaba katmadı mı diyorsunuz?
Tabii daha 19 Mart sürecinin uzun dönemli sonuçlarını bilmiyoruz. Ama en azından bugün için dört önemli faktörü yanlış hesapladığını söyleyebilirim. İlki, bugüne kadar AKP’nin mücadele ettiği pek çok aktör —askerî vesayet, yüksek yargı, bürokratik seçkinler ya da dış aktörler— seçilmemiş yapılarla temsil ediliyordu. AKP, bu aktörlere karşı kendi meşruiyetini “milletin iradesi” söylemiyle kurdu. Ancak bu kez karşısındaki aktör, halkın sandıkla onay verdiği bir isimdi. AKP, bu farkı yeterince ciddiye almadı.
İkincisi, İmamoğlu’na yöneltilen suçlamalar yolsuzluk ve terör gibi toplumsal bellekte güçlü çağrışımları olan, ancak bu çağrışımların içinin giderek boşaldığı iddialar üzerinden ve bütün tuşlara aynı anda basılarak yürütüldü. Üstelik bu suçlamalar, yolsuzluğun neredeyse sistemin bir parçası hâline geldiği, siyasetin “temiz” olanla değil “kazanan” olanla özdeşleştiği bir toplumda yapıldı. Bu aşırı kod yüklemesi meşruiyet aşınmasına neden oldu.
Üçüncüsü ve bence en önemlisi, iktidar, CHP’nin kendi içindeki rekabetin bu krizi yönetmesini engelleyeceğini düşündü. Parti içi hiziplerin birbirini zayıflatacağına ve krizin bir iç hesaplaşmaya evrileceğine inandı. Ancak beklenin aksine, biraz evvel söylediğim gibi, bu baskı dönemi CHP’de hem kurumsal refleksi tetikledi hem de tabanla bağları güçlendiren bir yeniden yapılanmayı beraberinde getirdi.
Dördüncüsü, kendisine karşı olan toplumsal yorgunluğu hafife aldı. Sokağa çıkan, itiraz eden pek çok insan için mesele İmamoğlu değildi. Aslında belki burada iktidarın sadece yanlış bir strateji yürüttüğünden değil, siyasetin yarı-rasyonel doğasının devreye girmesinden söz ediyoruz. Adalet ve Kalkınma Partisi bu süreçte elbette bir strateji izledi, ancak bu strateji bütüncül ve öngörülü bir güç siyaseti planından çok, reaktif biçimde şekillendi. Siyasal gerçekliğe dair duygusal yanılgılar, dar bir çevrede alınan kararlar ve zamanlama hataları bu stratejinin sonuçlarını şekillendirdi.
Yaz geliyor, üniversiteliler evlerine gidecek, insanlar kendi gündemlerine dönecek. CHP bundan sonraki süreçte bu toplumsal muhalefeti yönetme sürecini devam ettirebilecek mi?
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin en büyük avantajlarından biri zaman, zamanın bugün var olan güçlü tepkileri soğutacağı beklentisi. Tepkinin gündemden düşmesi, İmamoğlu’nun hapiste olduğunun unutulması ve hayatın “normalleşmesi” umut ediliyor. Elbette hayat devam edecek, mobilizasyon da belli ölçüde düşecek. Ancak bu, sürecin tümüyle sönümleneceği anlamına gelmez. Hareketin sokaktan siyasetin kurumsal alanına taşınması, kampanyalar, adaylık ofisleri, ön seçim çağrıları gibi daha sürdürülebilir biçimlere bürünmesi mümkün. Ama seçimlere daha zaman olmasının, yani zaman faktörünün, CHP açısından avantajları da olabilir.
Ne tür avantajları olabilir CHP’ye?
CHP evet, erken seçim talep ediyor; ancak seçim takvimi öne çekilmese bile, önündeki zamanı bir siyasal avantaja çevirebilmesi için iki temel şeyi yapması gerekiyor.
Birincisi, daha önce kurduğu muhataplık ilişkilerini kalıcı bağlara dönüştürmek. 2024 yerel seçimlerinden sonra farklı toplumsal kesimlerle —gençlerle, çiftçilerle, güvencesiz çalışanlarla— kurulan temas, parti açısından yeni bir siyasal ilişki zeminine işaret ediyor. Bu zeminin aidiyete dönüşebilmesi, CHP'nin kendi kurumsal yapısını buna uygun şekilde yeniden düzenlemesine bağlı. Sadece sembolik temsiller değil, yerel örgütlerin güçlendirilmesi, aktif üyelik ve temsil mekanizmalarının açılması, toplumsal taleplerle kurumsal kapasite arasında daha doğrudan bir eşgüdüm kurulmasını gerektiriyor.
İkincisi ise, sadece krizlere tepki veren değil, ülkeyi yönetebileceğini gösteren bir siyasal program geliştirmek. Bugüne kadar verilen tepkiler büyük ölçüde savunma refleksleriyle şekillendi. Şimdi ise CHP'nin eğitimden ekonomiye, adaletten dış politikaya kadar temel alanlarda somut kadrolar ve uygulanabilir önerilerle seçmene yönelmesi gerekiyor. Bu dönüşüm, yalnızca iktidara karşı bir itirazdan değil, ona alternatif olabilecek bir siyasal tahayyülden beslenmeli.
Kısacası, CHP'nin bu zamanı değerlendirebilmesi, hem toplumsal tabanla kurduğu ilişkiyi derinleştirmesine hem de kurumsal ve programatik kapasitesini dönüştürmesine bağlı. Burada başarı kazanmak ise, daha önce söylediğim gibi, partinin toplumun önüne yukarıdan aşağıya bir program koymasından çok, farklı toplumsal talepleri taşıyabilen bir araç parti olabilme kapasitesine bağlı.
Türkiye siyasetinde seküler-muhafazakar kutuplaşması son 20 yılda hep çok önemli oldu. Bu dinamik 19 Mart sonrasında nasıl şekilleniyor?
Seküler-muhafazakâr kutuplaşması, önümüzdeki dönemde yeniden belirleyici bir siyasal eksene dönüşme potansiyeli taşıyor. 19 Mart sonrasında ortaya çıkan muhalif öfke dalgası, muhalefeti harekete geçirirken, karşı tarafta da ciddi bir korku ve savunma refleksi yaratabiliyor. Bu tür anlarda toplumsal fay hatları hızla aktifleşiyor.
Özellikle 19 Mart sonrası dönemde, bu kutuplaşmaya ait dilin —CHP özelinde değil ama genel olarak muhalif kamuoyunda— yeniden görünür hâle gelmesi, rövanşist söylemlerin yaygınlaşması ciddi bir risk oluşturuyor. Bu durum, iktidarın da lehine işleyebilecek bir zemini güçlendiriyor. Çünkü artık elinde sınırlı araç kalan iktidar, siyaseti yeniden bu kimliksel fay hattı üzerinden kutuplaştırma fırsatı bulabilir.
Sizin de dediğiniz gibi son 20 yılda Türkiye’deki kutuplaşmanın temel ekseni büyük ölçüde seküler-muhafazakâr ayrımıydı ve bu ayrım uzun süre seçmen davranışlarını belirledi, partileri konsolide etti. Ancak son dönemde, CHP başta olmak üzere muhalefet bu kutuplaşmayı aşmak için önemli adımlar attı.
Söylemini değiştirdi, sekülerlik-muhafazakârlık hattı yerine demokrasi-otoriterlik ekseni üzerinden yeni bir siyasal çerçeve kurmaya çalıştı — ve bunda büyük ölçüde başarılı oldu.
Şimdi muhalefetin önündeki en önemli görev, bu eski kutuplaşma hattının geri dönmesine engel olmak. Bunu da ancak kapsayıcı bir hak, hukuk ve adalet söylemiyle yapabilir. Kimliğe, inanca, yaşam tarzına bakmaksızın kadınları, Kürtleri, dindarları ve tüm toplumsal kesimleri içine alan bir adalet anlayışı, muhalefetin geniş bir siyasal hat kurmaya devam edebilmesi açısından hayati. Bu söylemsel içerme kapasitesi, Türkiye'deki toplumsal çoğulluğun demokratik bir zeminde yeniden buluşmasının da önünü açabilir.
Buradan Kürt meselesine gelmek istiyorum. Siz Kürt meselesinde bugün yaşanan sürece göndermede bulunarak 21 Nisan’daki yazınızda şöyle yazdınız: “İçinde bulunduğumuz bu yeni süreç —sınırları ne kadar dar tanımlanmış olursa olsun— Türkiye’nin demokrasi yönüne yeniden dümen kırması için önemli bir momenti temsil ediyor.” O momenti biraz anlatır mısınız?
Türkiye’nin bugün yaşadığı süreç, kendi içinde çelişkili ve eşzamanlı ilerleyen siyasal dinamikler barındırıyor. Bir yandan, ülkenin en yapısal meselelerinden biri olan Kürt sorununa dair yeni bir açılım arayışı gündemde. Her ne kadar bu arayış dar sınırlar içinde tanımlanmış, içerme kapasitesi sınırlı ve araçları belirsiz olsa da, Türkiye’nin demokratikleşme yönünde yeniden bir yön tayin etme ihtimaline sahip.
Öte yandan aynı anda, siyasal alanın daraltıldığı, otoriter kontrol mekanizmalarının yaygınlaştığı, ifade özgürlüğünden yargıya kadar birçok alanda merkezileşmenin derinleştiği bir başka süreç daha işliyor. Üstelik bu iki yönelimin de öznesi aynı. Ancak ben bugün karşı karşıya olduğumuz durumun, bir yön tayininden ziyade, yüksek gerilim altında sürdürülen bir kriz yönetimi olduğunu düşünüyorum. Bu iki sürecin aynı anda yürüyüp yürüyemeyeceği ve sonucunun ne olacağı sorusuna ise yalnızca siyasi niyetler üzerinden yanıt verilemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü siyaset yalnızca aktörlerin ne istediğiyle değil, hangi kurumsal kapasiteye, toplumsal rızaya ve kriz yönetim araçlarına sahip olduklarıyla şekilleniyor. Üstelik siyaset tek taraflı bir oyun da değil, içerisinde farklı araçlara, niyetlere sahip pek çok başka aktör var.
Peki, buradan demokratikleşme çıkar mı?
Bu soruya kesin bir yanıt vermek güç, çünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu süreç çok sayıda çelişkili dinamiği aynı anda barındırıyor demiştim. Ancak farklı rejim senaryolarını mümkün kılan yapısal koşulları tartışmak, olası yönelimleri daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.
Bugün Türkiye’de eşzamanlı olarak birkaç farklı mücadele hattı işliyor. Bir yanda iktidar bloğu içerisinde, mevcut sistemin nasıl sürdürüleceğine, iktidarın hangi araçlarla kurumsallaşacağına dair bir mücadele yürütülüyor. Bu, kişiselleşmiş ve krizlerle yönetilen bir iktidarın, daha öngörülebilir ve sürdürülebilir bir modele evrilip evrilemeyeceği sorusuyla ilgili. Diğer yanda ise muhalefet, toplumsal tabanla kurduğu yeni ilişki biçimleri üzerinden siyasetin yönünü değiştirmeye çalışıyor.
Bu mücadele sadece kurumsal aktörler düzeyinde değil, geniş toplumsal düzlemde de yaşanıyor. Tam da bu nedenle buradan çıkacak rejim tipi önceden belirlenmiş değil; çeşitli olasılıklara açık. Süreç, kendi iç meşruiyet ve sürdürülebilirlik sorunlarını çözmüş daha kurumsallaşmış bir otoriter yapıya evrilebilir. Alternatif olarak, daha içe kapanmış, kırılgan bir model ile bir süre daha devam edilebilir. Ancak, bütün bunların yanında Türkiye’nin yeniden demokratikleşme yönünde dümen kırma olasılığı da var.
Siz Kürt meselesinin Türkiye’nin demokrasiye doğru dümen kırmasında etkili olabileceğini söylüyorsunuz ve bunu üç faktöre bağlıyorsunuz. Nedir bunlar?
Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihsel pratiğinde, özellikle 2015 sonrası dönemde, Kürt meselesi güvenlik, beka ve millilik söylemlerinin merkezinde yer aldı. Bu durum, muhalefetin terör söylemi üzerinden bastırılmasının önünü açtı. Ancak bugün, devletin sınırlı da olsa Kürtleri yeniden siyasal sözleşmenin içine çekme çağrısı yapması ve Kürt aktörlerin buna olumlu yanıt vermesi, güvenlikçi mantıkta sınırlı da olsa bir açılmaya işaret ediyor.
Eğer Selahattin Demirtaş gibi sembolik figürler ve diğer tutuklu Kürt siyasetçiler serbest bırakılırsa, kayyum uygulamaları gözden geçirilirse, bu yalnızca Kürtlerle devlet arasındaki ilişkiyi yeniden kurmak anlamına gelmez; aynı zamanda muhalefetin —özellikle CHP’nin— kriminalize edilmesini de zorlaştırır. Çünkü CHP’yi ulusal güvenlik tehdidi olarak çerçeveleyen son yıllardaki söylem, büyük ölçüde bunu CHP’nin Kürtlerle kurduğu ilişkiye dayandırıyordu. Bu siyasal araç ortadan kalktığında, muhalefeti “beka tehdidi” üzerinden tanımlamak daha güç hale gelir. Geriye sadece ideolojik kutuplaşma —örneğin muhafazakarlık-sekülerlik ayrımı— kalır ki bu da iktidar açısından artık çok daha dar bir mobilizasyon zemini sunuyor.
İkinci olarak, uzun süredir takip ettiğim kamuoyu araştırmalarında çok belirgin bir eğilim görüyorum: Türkiye’de demokrasiye en güçlü inancı taşıyan ve kendi siyasal haklarını en açık şekilde demokratikleşme süreciyle ilişkilendiren kesim Kürt seçmeni. Bu seçmen, haklarını elde etmenin yolunun Türkiye’nin genel demokratikleşmesinden geçtiğini düşünüyor. Dolayısıyla Kürt seçmeniyle güçlü bir bağ kurmak isteyen herhangi bir aktörün, yalnızca kimlik temelli değil, sistem düzeyinde de bir demokrasi tahayyülü sunması gerekiyor. Eğer DEM Parti bu yapısal demokratik talebi göz ardı eder ve yalnızca elitler düzeyinde bir müzakere yürütülmesine rıza gösterirse, kendi tabanında ciddi bir kırılma yaşayabilir.
Üçüncü faktör ise, son on yıl içinde CHP ile Kürt seçmen arasındaki siyasal ve duygusal mesafenin önemli ölçüde azalması. CHP artık Kürtlerle konuşabilen bir partiye dönüştü. Aynı dönemde Cumhur İttifakı ise giderek daha şahin bir pozisyona yerleşti. Bugün kamuoyu yoklamaları, Kürt seçmenin süreci desteklediğini ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy verme oranının bu kesimde oldukça düşük kaldığını gösteriyor. Bu da, sürece verilen desteğin otomatik olarak iktidara yönelmediğini, yani bu sürecin bir siyasal davranış değişikliğine dönüşmediğini gösteriyor. Yani iktidar kendi konsolidasyonu için süreci başlatmış olabilir, ama sonuç pek çok sistemsel faktör nedeniyle niyet ettiği gibi ilerlemeyebilir.
Peki sizce Kürtler, bazı hakların verilmesi karşılığında genel demokratikleşmeden vazgeçmeyi kabul eder mi?
“Neden iktidar ile müzakere ediyorsunuz?” sorusuna Kürtler arasında en yaygın verilen yanıt genellikle şu: “Biz bu süreci yalnızca kendimiz için değil, Türkiye’nin genel demokratikleşmesi için de önemli görüyoruz.” Bu söylem hem Türkiye hem de Suriye bağlamında geçerli. Kürtler artık sadece Kürtlerin yaşadığı bölgelere dair söz söylemek değil, içinde yaşadıkları toplumun siyasal karakteri üzerinde de söz sahibi olmak istiyorlar. Kürtler için demokrasi, sadece hakların elde edilmesini sağlayan bir araç değil; bu hakların korunmasını mümkün kılan bir sigorta işlevine sahip. Bundan vazgeçmeleri durumunda başka bir sigortaları da yok. Aslında kimsenin, hiçbirimizin yok. Ancak şunu da belirtmek gerekir, bunu söyleşimizin başından beri ifade ediyorum, aktörlerin niyetleri sonucu belirlemez. Hele böyle anlarda hiç belirlemez. Çok ucu açık bir süreçten bahsediyoruz.
Peki neden AK Parti bugün aynı anda bu kadar çok hamleyi birden yapıyor? Neden bu kadar çok tuşa basıyor, bu kadar farklı yönelimi aynı anda deniyor?
Bence bu çoklu hamle hâli tam da içeride ve dışarıda eşzamanlı derinleşen krizlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Bir yandan bölgesel jeopolitik yeniden şekilleniyor: ABD'nin ticaret politikaları sertleşiyor, Suriye'de Esad rejiminin çöküşüyle birlikte Türkiye’nin etrafındaki güvenlik mimarisi tamamen değişiyor. İsrail bölgesel gücünü artırıyor. Türkiye’nin dış politikada oynayabileceği alan genişlemiş gibi görünüyor ama bu aynı zamanda çoklu bir kriz durumu da yaratıyor; çünkü her bir gelişme idare edilmesi gereken yeni bir kırılganlık anlamına geliyor. Buna yanıt verilmesi lazım. Süreci ben biraz da bu jeopolitik gelişmelere yanıt olarak okuyorum. Sadece içerideki dönüşümle ilgili değil yani.
Diğer yandan içeride de ciddi bir meşruiyet krizi yaşanıyor. İktidar seçimle nefes alıyor ama artık seçim kazanması her zamankinden daha zor. Geçen yıl Behlül Özkan’la birlikte Adalet ve Kalkınma Partisi’nin eskiden çok güçlü olduğu ama artık oy kaybettiği bazı kentlerde saha çalışmaları yaptık. Orada çok net gördüğümüz bir şey vardı: Parti, merkezileştikçe, kendisine seçim kazandıran örgütsel yapısını da aşındırmış. Yerel aktörlerle ilişkisini kaybetmiş, parti aygıtı çözülmüş. Merkezde iktidar çok güçlü görünüyor ama aslında seçim kazanma kapasitesi ve yerel bağları çok zayıflamış durumda.
Hangi şehirleri araştırınca bu sonuca ulaştınız?
Kastamonu ve Afyon. Anketler bize bir katı bir tutumu, evet veya hayır şeklinde özetlenebilecek pozisyonları gösteriyor ama bu tarz çalışmalar eğilimi, oradaki kararsızlığı gösteriyor. Zaten o gri alanı ölçemediği için anketlerde bu kadar yüksek oranda kararsız seçmen var. Seçmen “Ben buna oy veririm” diyor ama gidip onunla konuştuğunuzda, gözlemlediğinizde, aslında oradaki kaygıyı, sessiz ama güçlü eleştiriyi de görüyorsunuz.
Bizim bu iki şehirde en net gördüğümüz şey, seçmen düzeyinde bir yer değiştirme hâliydi. Yani sadece partiler arası oy geçişi değil, aynı zamanda siyasal aidiyetin yeniden tanımlandığı bir dönüşüm. CHP’nin bu şehirlerde seçmenle ilk kez gerçek ve doğrudan bir bağ kurabildiğini gördük. Bu bağ, ideolojik yakınlıktan çok, sahicilik, yolsuzluğa bulaşmamış olmak ve mütevazı görünmek gibi pratik özellikler üzerinden kuruluyordu. CHP’li adaylar seçmene “bizden biri” hissi veriyordu. Aslında 19 Mart sonrasında yaşananlar da bu dönüşümle yakından ilişkili. Bu hamle, CHP’li yeni kuşak siyasetçilerin temsil ettiği muhalif figürü—yolsuzlukla ilişkilendirilemeyen, yönetebilir, güçlü, dürüst lider figürünü— sarsma çabası biraz da.
Yaptığımız görüşmelerde seçmenler, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni de tepede karar alan ama sahada görünmeyen, taleplere kulak vermeyen, mesafeli bir yapı olarak tarif ediyorlardı. Birçok kişi “Eskiden bizimle ilgilenirlerdi, şimdi ulaşamıyoruz” diyorlardı. Parti tabanı içinde bile, özellikle ekonomik krizle birlikte, “Bizi unuttular” hissi çok yaygınlaşmıştı. Ayrıca kayırmacılık algısı da sahada çok güçlüydü. Yereldeki parti aygıtının çözülmesinin seçmende duygusal bir kopuş yarattığını düşündük biz.
2024 yerel seçimleri, Adalet ve Kalkınma Partisi açısından bu çözülmenin artık göz ardı edilemeyecek kadar görünür hale geldiği bir alarm ziliydi. Bu çözülmeyi iki yolla durdurabilirsiniz: Kurumsal reformlar yapar, yereldeki aktörleri ve örgütleri yeniden canlandırarak partiye alan açarsınız. Bu daha kapsayıcı ve demokratik bir strateji olurdu. Ancak iktidarın bu yönde attığı adımlar son derece sınırlı kaldı. Ekonomide Mehmet Şimşek gibi figürlerin tekrar devreye alınması dışında geniş tabanı mobilize edecek, toplumsal güveni tazeleyecek bir derin reform hamlesi yapmadı, yapamadı. İkinci yol ise baskıyı artırmak. Yargı, medya ve güvenlik araçları üzerindeki kontrolünüzü kullanarak siyaseti biçimlendirmek. Ancak bu strateji, kısa vadeli kontrol sağlasa da uzun vadede meşruiyet kaybını derinleştiriyor ve toplumsal desteği daha da zayıflatıyor.
Seçimle nefes alan bir rejim için bu kırılganlık hali ciddi bir yapısal sorun. Hangi yöne gidileceği konusunda netleşmemiş, farklı aktörlerin farklı yönlere çektiği bir siyasal belirsizlik durumu bu. İçinde bulunduğumuz noktada çelişkili taktikleri, stratejileri belki de bu nedenle görüyoruz. Görmeye de devam edeceğiz. Hepimiz o krizi soluyoruz.
Kürtlerle yürütülen sürece dönelim. Bu süreç sizce gerçekten bir sonuca ulaşır mı, yoksa belirsizlik içinde sürüp gider mi?
Bu tür süreçlerin nasıl ilerleyeceği birçok değişkene bağlı. Birincisi, iktidar içindeki aktörler arasındaki müzakerelerin yönü belirleyici olacak. İkincisi, DEM Parti ile yürütülen görüşmelerin kapsamı ve derinliği sürecin niteliğini belirleyecek. Üçüncüsü ise, CHP’nin ana aktör olduğu muhalefetin bu sürece nasıl yaklaşacağı ve ne ölçüde bu denkleme dâhil olacağı çok kritik. Dolayısıyla tek bir merkezden yönetilen, çizgisel ilerleyen bir süreçten ziyade, çok aktörlü, çok yönlü bir yapıdan söz ediyoruz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 19 Mart sonrasında bu sürece sahip çıkan bir tutum sergiledi. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal tarzını ve geçmiş manevralarını bilen herkes bu tutumun kalıcı olup olmayacağını soruyor. 2015 seçimlerinde de gördüğümüz gibi, Erdoğan gerekli gördüğünde pozisyonunu hızla değiştirebilen, stratejik dönüşler yapabilen bir lider. Dolayısıyla bugünkü sahiplenme, ilerideki koşullara bağlı olarak değişebilir.
Ancak tabii bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan yalnız değil. Devlet Bahçeli sürecin sürükleyicisi konumunda. Cumhur İttifakı'nın varlığı Erdoğan açısından vazgeçilebilecek bir denklem değil. Yani ittifakın iç dinamikleri oldukça belirleyici.
Öte yandan, biz dünya örneklerinden biliyoruz ki bu tarz süreçler genellikle görünür biçimlerde sona ermez. Süreci durdurmak isteyen aktörler, bu sürece doğrudan değil, dolaylı müdahalelerde bulunurlar. Resmi söylem düzeyinde devam ediyormuş gibi gözüken bir süreç, aslında fiilen sabote ediliyor olabilir.
Son olarak dış politikaya dönmek istiyorum. 7 Ekim 2023’te başlayan süreçte Ortadoğu’da pek çok şey değişti. Suriye’de rejim yıkıldı ABD’de Trump yine başkan oldu. AB de Ukrayna meselesinden mütevellit ordusuna, askerî gücüne ihtiyaç duyduğu Türkiye’ye göz kırpmaya başladı. Türkiye önüne düşen bu fırsat parçacıklarını değerlendirebiliyor mu ya da değerlendirmek için ne yapmalı?
Bu sorunun yanıtı, dış politika becerisi kadar, iç siyasetin niteliğiyle ilgili. Kendi iç bütünlüğünü kurmuş, demokratik normlarını kurumsallaştırmış, içerideki siyasal gerilimleri yönetebilen ve toplumsal meşruiyetini sağlamış bir ülkenin dış politikada özerklik kazanması ve bunu sürdürebilmesi çok daha mümkün. Bu yalnızca bugüne özgü değil, Türkiye’ye de özgü değil, çok temel bir gerçek. Çünkü dış politika sadece devletler arası ilişkilerden ibaret değil; aynı zamanda bir ülkenin içeride kurduğu rejimin dışa nasıl yansıdığıyla da ilgili. İçeride ne kadar güçlü, meşru olduğunuzla ilgili.
Eğer içeride Kürt meselesi, muhalefetle kurulan baskıcı ilişki, siyasal krizler devam ediyorsa, bu yalnızca iç siyaseti değil, Türkiye’nin uluslararası alandaki manevra kabiliyetini de sınırlıyor. Yani Türkiye demokratik, adil, kurumsallaşmış bir devlet yapısına sahip olursa, bugün önüne gelen bu çoklu jeopolitik fırsatları çok daha etkili bir şekilde değerlendirebilir. Ama mevcut koşullarda bu fırsatlar, çoğu zaman kriz yönetimi içinde eriyip gidiyor. Kısacası, bu tür jeopolitik momentlerde belirleyici olan fırsatlar değil, bu fırsatları taşıyacak içsel kapasitenin olup olmadığı. Türkiye, bu kapasiteyi ancak demokratikleşerek ve içerideki kırılganlıklarını azaltarak inşa edebilir.