Sağlık sisteminin özelleştirilmesinden bağımsız düşünemeyeceğimiz Yenidoğan çetesi ile ilgili haberler, Ekim ayında Türkiye’yi sarstı. Hemen herkes sordu: Bu nasıl olabilir? Yazar Sema Kaygusuz, haksız kazanç uğruna bebeklerin hayatının hiçe sayılmasının insanın kanını dondurduğuna ve bu durumun ahlaki sonuçlarına dair, belki hepimizin hissettiği ama söylemekten imtina ettiği belki de yorulduğu bir paylaşım yaptı:
"Dünyada hiçbir şey kalmamışsa, hayat çöle dönmüşse bile iki insan arasında yaşama dönük ahlaki bir ilke muhakkak olmalıydı. Bir doktorla bebek arasında, yeni doğum yapmış bir kadınla hemşire arasında olması gereken basit, doğal bir ahlak. Biz toplum değiliz. Yığınız."
Evet, Kaygusuz’a göre “toplum değil” yığındık. Yani rastgele yığılmış bir kalabalıktık.
Necmi Erdoğan da başka bir bağlamda, “Türkiye bir toplum mu?” diye sormuştu. Daha 2015’te yazdığı yazısında, bugün sosyal medyada yüzümüze boca edilen “saldırgan mülk edinici bireycilik”ten bahseden Erdoğan, Türkiye’de insanların birbirine “tutunumunu sağlayan” “pozitif normlar” olup olmadığını tartışmış ve iç açıcı olmayan bir yanıt vermişti. Erdoğan’a göre Türkiye’yi bir arada tutan şey, “suç ortaklığı” idi. Suç ortaklığının türlü biçimlerini sergileyen Erdoğan’ın eleştirisinin merkezinde sınıfsal eşitsizlik, sömürü, etnisite, orta sınıf sinizmi ve dahası vardı… Kısa bir örnek verelim:
"Kocasından şiddet göreceğini bal gibi bildiği bir kadını korumak için kılını kıpırdatmayıp da kendini hukuken sağlama alacak türden “kağıt üstünde” işlemleri ihmal etmeyen görevlilerin suç ortaklığı. Pencereden gördüğü manzara karşısında tek yaptığı bilgisayar başına oturup “sokakta öldüresiye adam dövüyorlar” tweet’i atmak olan insanla yalnızca eşinin dostunun göreceğini bildiği protesto mesajları atarak muhalefet etmiş, olmayacağını bildiği halde bunu yapmaya devam eden insanın suç ortaklığı..."
Kadınların kocalarından gördüğü şiddete karşı işini yapmayan (ya da yapıyormuş gibi yapan?) kamu görevlileriyle, adalet talebini sosyal medyadan dile getirmenin ötesinde bir şey yap(a)mayan muhalif vatandaşın suç ortaklıkları peş peşe geliyordu Erdoğan’ın yazısında. Bu bir rastlantı mı bilemeyiz ancak her iki örneği de “mış gibi” yapma pratiğinin ve sinizmin kestiği hissi güçlü. İşte bu suç ortaklıkları da Türkiye toplumunu, Kaygusuz’un deyişiyle “yığın”laştırıyordu. Yani öylesine bir aradayız. Necmi Erdoğan da zaten bu durumu yakın zaman önce Kayıp Halk olarak kavramsallaştırdı.
Bu yazıda, yığınlaşan, kaybolan, silikleşen, giderek bir arada kalamayan, birbirinin neredeyse yüzüne bakamayan ya da bakmak dahi istemeyen “halk” ile bu halkın adalet taleplerini ve arzusunu dile getirdiği temel alanlardan sosyal medya arasındaki ilişkiye bakacağım.
Yazının odağında, kadın cinayetleri ve bu cinayetlere karşı bir şey yapması istenen ünlü kadınlar ve onlara yöneltilen tepki var. Asıl takip etmek istediğim soru şu: Kadın ünlülerden kadın cinayetlerini kınamasını ve “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!” demelerini istemek, siyaset ve dijital medya arasındaki ilişkiye dair ne der? “Kadının beyanı esastır” noktasından “sosyal medyada bir şey söyleme baskısı”na gelmemiz, 21. yüzyılda hak taleplerini kavramak açısından bize ne söyler?