Toplumların yeniden şekillendiği, dijital dönüşümün her alana sirayet ettiği bu silikon çağında, 2030 itibarıyla yapay zekânın küresel ekonomiye katkısının 15,7 trilyon dolara ulaşacağı öngörülüyor. Bu, Hindistan ve Çin’in toplam üretim miktarlarının bile üstünde bir rakam.
G20 zirvelerinden Silikon Vadisi’ndeki inovasyon laboratuvarlarına kadar her platformda konuşulan yapay zekâ, tarihin en büyük ekonomik ve teknolojik dönüşümlerinden birine işaret ediyor. Öyle ki bu potansiyelin yalnızca Çin veya ABD gibi dev ekonomilerin ötesine uzanan, küresel bir “oyun değiştirici” olacağına dair yaygın bir konsensüs mevcut. Sadece “moda bir kelime” olmaktan çıkıp, geleceğimizi şekillendirecek bir mihenk taşı olarak konumlanması gereken yapay zekâ bugün Türkiye için hayati bir stratejik kavşağın tam ortasında duruyor.
Ne yazık ki Türkiye’de pek çok alanda “yerli üretim” ve “Çin modeli” gibi kavramların fısıltısı duyulurken, bütünlüklü bir yapay zekâ stratejisi olduğunu söylemek zor.
İşin aslı, bir G20 ülkesi olarak hem ekonomik hem de insani kaynaklarımızı doğru yönetebilsek, bu alanda benzersiz bir sıçrama potansiyelimiz var. Özel sektör ve kamunun yapay zekâya bütçe ayırmaması, siyasi çekişmeler veya sözde know-how eksikliği gibi bahaneler, geleceğimizi ipotek altına almaktan başka bir işe yaramıyor.
Yapay zekâ herhangi bir dönemin geçici modası değil; çocuklarımızın, hatta torunlarımızın kaderini belirleyecek nitelikte dönüştürücü bir teknoloji. Dolayısıyla, bugün atacağımız her adımın, yarın uluslararası rekabette hangi konumda olacağımızı belirleyeceği gerçeğiyle yüzleşmek gerekiyor.
Türkiye’nin mevcut durumu: Kaynak dağılımı ve insan sermayesi sorunu
Ülkede son yıllarda savunma sanayiinden tarıma, otomotivden finans sektörüne uzanan geniş bir yelpazede “yerli ve milli” vurgusunu sıkça duyuyoruz. Bununla birlikte yapay zekâ, stratejik öncelik listemizde hâlâ beklenen yeri bulmuş değil. Zira, esas mesele Türkiye’nin G20’deki konumuna rağmen teknoloji ve inovasyona ayrılan payın öncelik sırasında gerilerde kalması. Örneğin, AR-GE’ye ayrılan harcamaların toplam bütçe içinde hâlâ sınırlı bir orana sahip olması, Türkiye’de yapay zekâ nezdinde kapsamlı bir ekosistem oluşturmayı güçleştiriyor.
Ancak bütçe sadece buzdağının görünen kısmı. Diğer yanda, nitelikli insan kaynağını elde tutma problemi belki de daha kritik bir hal almış durumda. İngilizce bilen ve yapay zekâ teknolojilerinde uzmanlaşmış bir mühendis, dünyanın herhangi bir noktasından küresel teknoloji devlerine hizmet verebiliyor. Bu, ekonomik açıdan cazip olduğu kadar, bizim insan kaynağı ekosistemindeki kan kaybını da hızlandırıyor. Beyin göçü, uzun vadede hem kamuyu hem de özel sektörü zorlayacak stratejik bir risk olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla, yapay zekâ alanında çalışan mühendis ve araştırmacılara yönelik vergi teşvikleri ve maaşları iyileştirici mekanizmalar, “olsa iyi olur” düzeyinde bir lüks değil; elzem bir ihtiyaç.
Bu noktada, “cesur ve radikal politika” terimleri klişe gibi görünse de, gerçek anlamda sadece böyle adımlar hem beyin göçünün önüne geçebilir hem de yerel inovasyon ekosistemini canlandırabilir. Kamu–özel sektör ortaklığını genişletmek, vergi muafiyetlerini devreye sokmak, devletin direkt maaş desteği ya da hibelerle bu sektörü cazip hale getirmesi, bugün birçok gelişmiş ülkenin halihazırda gerçekleştirdiği uygulamalar. Türkiye’nin uluslararası rekabette geride kalmamak için derhal benzer hamleler yapması gerektiğine inanıyorum.