14 Mart Tıp Bayramı. Ancak bazı bayramları mutluluk ve ferahlıkla kutlamak çok mümkün olmuyor. 

Doktorlar yorgun, doktorlar küskün ve tükenmiş. Bir yandan şifa dağıtmaya bir yandan hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Bu sefer söz onlarda. 14 Mart’ta kalemi doktorlara teslim ettik. Onlar da bir günlüğüne bize reçete değil, gönüllerinden geçeni yazdılar. 

Üç hekim, üç farklı hikâyede, bu mesleği sürdürebilmenin zorluklarını anlatıyor. 

** 

32 yıllık jinekolog anlatıyor:

"Ben Jinekoloji, yani kadın hastalıkları ve doğum alanında uzmanım. 

Tıp Fakültesinden 1993 yılında mezun olmuş 32 yıllık bir hekimim. Öyle ki artık doğumun ne kadar yaklaşıp yaklaşmadığını hastaların gözünden bile anlıyorum.

Ama bir süredir doğum yaptırmıyorum. Daha doğrusu, halk arasında “normal doğum” olarak bilinen vajinal doğum sürecinden son yıllarda muafım. 

Doğum yaptırmayan bir jinekolog… Kulağa biraz tuhaf geliyor olmalı. Ancak işin aslı öyle değil. Çünkü bir doktorun tercihlerini anlamak için belki de biraz geçmişe gitmek, o 32 yılda neler yaşandığına bir bakmak gerekiyor. 

En verimli çağımda mesleğimden sessiz istifa

55 yaşındayım. Aslında bir doktor olarak en verimli çağım. Ama son yıllarda zamanı kendim için biraz yavaşlattım. 70 yaşını aşkın meslektaşlarım gibi davranmak, kendimi bazı süreçlerin dışında bırakmak durumunda kaldım.

Sabahları 8 civarı kalkıp çalıştığım özel hastaneye gidiyorum. Daha doğrusu, anlaşmam olan iki hastaneden ilkine. 32. çalışma yılımda adeta sabahçı öğlenci eğitim sistemindeki çocuklar gibiyim. 

Öğleden önce buradaki görevimi tamamladıktan sonra öğleden sonra kalan yarım günlük mesaimi tamamlamak için anlaşmalı olduğum diğer hastaneye varıyorum. 

Yıllarca hem özelde hem devlette, bazen merkezi bazen de kimsenin yolunu düşürmek istemeyeceği yerlerde görev yaptım. Çeşit çeşit hasta gördüm, çok vakayla uğraştım.

Ancak içinde bulunduğumuz şu durumda “uğraşmak” büyük bir risk barındırıyor. Hastanın, daha doğrusu hasta yakınlarının tepkisini öngörememek, şiddete her an açık olmak, gece yarıları çağrıldığınız ve koştur koştur gidip müdahale ettiğiniz vakalarda, en ufak bir olumsuzluk durumunda tek sorumlu olmak, günah keçisi ilan edilmek…

“Beni de bu hâle getirdiler yani…” diyorum sık sık kendime. Kimsenin tek taraflı suçlu olmadığı bir “etki-tepki” mekanizması içinde, “artık değmiyor galiba” dediğim bir noktadayım.

Yalnızca planlı doğumlara katıldığım, “bence çok erken bıraktım” dediğim bir vazgeçme halindeyim. 

Doktordan bir plaza çalışanı gibi olmasının beklendiği, performans kriterleri olan A+ özel hastanelerden de her türlü mobinge maruz kalabileceğiniz “distopik” eğitim araştırma hastanelerinden de elimi eteğimi çektim. 

Gerçekten bir doktora ihtiyacı olan ve diğerlerine kıyasla az para veren küçük özel hastanelerde, artık yalnızca çocuklarım için çalışıyorum. 

Para odaklı değilim. Hiçbir zaman da olmadım. Hem bu meslek para için yapılmaz ki…

Bir evim, bir arabam, bir de emekli aylığım var. Bana yeter. 

Milyonlarım olsa ne olacak ki? Milyonlar, bu sistemin sorunlarını telafi etmiyor…

Burun kıvrılan SSK’yı bile özlemek

’93 senesinde mezun olduğumda ilk olarak Verem Savaş’a atandım. Daha sonra ihtisas yaptığım dönem, SSK Hastanelerinde geçti. Ama SSK hastaneleri zaten hiç yabancı olduğum yerler değildi.

Anne ve babası SSK’da memur olan bir çocuk olarak, bu hastanelerin sistemine aşinaydım.